“ Bakan pencereden ne zaman güneş açsa, günü yıkayıp aşağı indiriyor bulutların arasından. Uyanıkken gördüğüm en güzel an bu an…”
Bu iki bin ikinin Mart ayını hep birlikte gördük ve fark ettik ki bahar henüz toprağa renklerini serpiştirmemişti, kar, rüzgâr, fırtına baskın renklerini toprağa vermişti bile. Bırakında mart ayı kapıdan baktırmayı da, herkesi kendi evinin içine kapatan soğuk bir hava akımı külfetli bir aksiyonla giriş yaptı. Nisan ayı da henüz mart ayının etkisinden kurtulmuşa pek benzemiyor, aynı soğuk ve kasvetli hava bulutları yeni bir gömlek gibi üzerine giyinmiş ve var olmak giyinmektir cümlesinden bir adım dışarı çıkmamıştı. Birinin soğuktan titremesine hiç kimse acımak niyetinde değildi. Dünden ve günden bu yana kaç hanede ısınma tertibatı ya da soba için yakacak bir şeyler yok diye hiç kimseler hayıflanmaz. Biri mutsuzsa benimde mutsuz olmam gerekmiyor durumundan ileriye gitmiyor. Herkes bu olanlara karşı yakınıyor ama yinede sonrası daha hüsran daha fırtınalı daha da karanlık diyen büyük çoğunluk, şimdi bu karanlığa fit olmuş bir vaziyette olacakları sineye çekmiş çoktan. Çift maaşlı bakan ve bürokrat yardımcıları çifter maaşlarını varsın yine alsınlar. Soran var mı, yok! Düşünce ve inanç yapısını yüksek bir dille savunan, konuşan birileri onun yerine varsa ne ala, güzel memleket… Başka biri sizin paylaştığınız düşünceyi sizin adınıza dillendiriyorsa, birileri bu düşünceden gayet mutlu olabilirler. Bu kafa yapısı doğru bir psikoloji değil. Bireysel olan her şeyin ayrıntısından insanın nefret etmesi gerekiyor. İsterse bu çöpten yiyecek toplayan biri olsun, hiç itiraz etmeden geldiği bu kötü koşulları hiçbir sebepten dolayı eleştirme gayreti içerisinde olmadığını görmek olası. Biri çıkıp hiçbir şeye gereksinimi olmadığı bu zamanlarda, size çay ve kahve sefası yapınız ve sosyalleşin diyebilir. Hep birlikte uyuyoruz ve uyanıyoruz, farklı sabahlara… Ama yine aynı ifadeler tekdüzelik mi? o da var… Bizi çok çetrefilli biçimde kuşatan bu duvarların dışına çıkamıyoruz. “ toprak soru sormaz ama cevabını üzerinde yaşayanlara bir şekilde verir. “ Tezgâhların önündeki domates, biber, muz, portakal ve elmalara bakıp geçen insanlar. Parkların kanepelerine tünemiş bir çay içmekten ısmarlamaktan aciz adamları görüyorum, onların yüzlerindeki karamsarlık ve umutsuzluğu. Bir adamın kızgın bakışları arasında, titreyen ellerinde bozuklukların bıraktığı madeni izi görüyorum, çok utanç verici. Kuyrukların uzadıkça uzadığı bir insan selinin sıra numarasına bağlandığı, bugün git yarın gel dediği EBK ‘ nun önündeki kuyrukları görüyorum. İşte bu yıkık dökük insan halleri insanın en doğal halleridir. Bu tatsız ve davetkâr olmayan görüntü çok çapraşık ekonomik bir sistemden kaynaklanıyordu. Yüzünün gülmemesi, gençken bile sizi yurt dışına yönlendiren bu yozlaşmayı kim giderebilir, tabii ki yine siz geleceğe düşenler ancak giderebilirsiniz. Ve içinde insani bir anlam olmadan tıkır – tıkır işleyen bir düzen, insanları umutsuzca sürüklüyor. Sokaklarda yalnızca eve yavan ekmek dışında bir şeyler almak arayışında olan yoksul insanlar var. Herkes kendisiyle hüzünlüdür, benimde hüzünlü olduğum ay nisan ayıdır. Bütünleşmenin tanığı olarak ağaçları, bulutları, dağları, sokakta yürüyen kalabalığı, bugünlerde sayısı giderek çoğalsa da elinde birkaç paket mendil olan bir çocuğu da, ben dilenci değilim, şu büfeden bana içi boş bir dürüm diyen genç bir kadını da, henüz o tüketilmemiş sevgiyi de alın ve önüme fırlatın. Bütün bu yıkık dökük tanıdık insani hallerimle içeri giriyorum. Görünürde ne akan bir dere ne de bir söğüt dalına yuva yapan soyu tükenmekte olan mandaları da, denizle aramızdaki boşluğu dolduran martıları da alabilirim, geride kalan ne varsa, hepsini hüznümün içine koyabilirim. Sokak kıpır – kıpır dalgalanıyor, sokaktaki bir adam bir bu yana, bir o yana sürüklenerek akıyor, ama derinlerde hala kökleri var ki, insan kalabalığına doğru gidiyor… Evimin çatısı saç olduğu için rüzgârın neler yapacağını bilemediğimden dolayı, nisan ayının bu birinci gününde bir nisan şakası sürpriziyle uyanmak istemediğimden olsa gerek, evden dışarıya adımımı atmıyorum. Hayat dışarıda bir bütün halinde kendi devinimi içerisinde, bense içeride tedirginlik içerisindeyim. Artık aklım içerde olduğuna göre kendimi aşabilirim. Yalnızca benim için bu an var, hayata bir çocuğun penceresinden bakmak ve böylece her yeni gün benimmiş gibi yeniden sarılmak istiyorum. Bugünkü kendi benime karşı koymak geliyor içimden… Dışarıdaki her şeyi görüyorum ve bu bana farklılığını hissettiriyor. Yinede her şey değişik – değişik aydınlanıyor gözlerimde. Bu yıl nisan ayının ilk günü: asla yeri hiç değişmeyen sınırlarını aşmayan evlerin arasından uğuldayan rüzgârın sesi bu senenin nisan şakası olarak, insanın içine dokunuyor. Hiç yazılmamış bir şiirin dizesini yazabilmek için kendimi zorluyorum. “ Bir belediye otobüsünün penceresinde her şey değişerek kayboluyor gözlerimin önünden. “ Özenli bir şekilde kesilmiş bıyıklar nedense bana hep parmak sallayan diktatörleri hatırlatıyor. Yıllar içerisinde saçlarımıza aklar üşüşmüştü, birkaç günlük özensiz bırakılmış, tıraşsız bir sakal -yüzle yürüdüğümüz kentte, defalarca aynı sokağın bir sapağında ya da aynı yolun köşe başlarında karşılaşıp, başla – kaş arasındaki derin çizgilerde merhabalaştığımız tanıdık yüzler var, öylesine insana ait ki… İşte günlerden böyle bir gün: Kentin farklı bir mekânında karşılaşınca sizi masasına buyur edebilir. İşte o önemsemediğimiz bu gelgitlerde insan bir mahcubiyet duyabilir. Ah, keşke biraz daha sorumlu davranabilseydik birbirimize, bu iki tarafında doğru bulmadığı zamanların üzerine daha çok sevgi ve saygı sözcüklerini çekebilseydik zamanında gibi hayıflanmalar geçer içimizden. Artık bu anın her iki insan içinde güne düşen bir amacı vardır ve bir dahaki karşılaşmalarında bu aralık daha da sıklaşabilir. Ve bence, bütün gerçek, bütün hayat şu ki, bir insanı her gördüğümüz yerde ilk kez gibi görmeliyiz ve tebessümle merhabalaşmalıyız. Bir iki çay içimi sözlü – sohbetli mesafeler farklı yerlerde soluklanabilir. Bu ikili sohbet esnasında birbirine bağlı bu sevgi sözcükleri karşılıklı olarak özgür bırakılır. Yine de ben tek kişiye yoğunlaşmaya bırakmayacağım kendimi diyerek bir solukluk nefes bırakmak istiyorum geriye. Şimdi yaşam için insanlığın biriktirdiği güzelliklerin arasına dalıyorum, yaşam aktığı yerde tekrar başlıyor. Yoksa ben ana caddede üniversiteli âşıklar gibi sarmaş dolaş olmuş ağaçların bulunduğu yolun kıyısında biçare – biçare dolaşmalı mıyım?
Ve ben orada olmasam bile, şehrin gözleri, hepsi orada bir yerdeydiler. Kalabalığın gürültüsüyle birlikte, gelişi güzel bir ezginin sesi, odamdan içeri sızıyordu. Müziğin katbekat hüzünle sarkan yüzü, otomobillerin birbirini takip eden fren homurtuları, ambulansların öncelikli trafiği yaran siren sesi, yavru köpek havlamaları, lambaları sönük evlerin kederli gözlerden başka bir şeyleri kalmamış siluetleri ve hepsi bir aradaydı. Milyonlarca göz aynı tutsaklığın içindeydik hepimiz…
Ama kent öylesine bitkin öylesine yavan ki hiçbir şey yerli yerinde değil. İnsanın yalnızca bir gücü yeter, akıl sır ermez entrikaları, gözyaşı ve ölümüne birde yaşama sarılışı var. Güneş ışığını, hoşgörüyü, masumiyeti ve sevginin kollarını şimdiden insan özlemeye başlıyor. Yaşadığım kentin üzerindeki sonsuz mavilik kül ve toprak rengi karışımı bir yoğunluk içerisindeydi. Bir çocuğun yürüme merakıyla emekleyerek her şeyi geride bırakıp kendi hüznümle, kendi doğallığımla sokağa çıkıyorum. Çatı katı insanı eksiksiz bir yerde kaç dikişli maaşıyla bir yerlerde gülümsüyor. Sonunda onun sevincini taklit etmekte, çöp konteynırların da yiyecek arayan halinden memnun sıradan vatandaşa düşüyor. Oysa insan kendi evinde dahi hata yapana her şekliyle bir cevabı olmalı, değişip bir halden öbürüne geçebilmelidir. Gözlerim yine yarın doğacak olan güneşin o kızıl bakışını arıyor. Artık aklımı kurcalayan o deliksiz mavi, er geç yarın gökyüzünde olacağına göre; bugün için içimde ne kötülük varsa hepsini zihnimden atabilirim. “ Toprağın üzerinde itaat ederek uzun ömür sürmektense, gökyüzünün maviliğine iz bırakmadan göçüp giden kuşlar gibi iz bırakmadan, bu hayattan geçip gitmek en iyisi. Dünyanın bütün düşlerini taşımak varken, bir hiç olmayı istemek ne kadar bencilce bir şey… “
Kendini geliştirmek isteyen her varlık, bir anlamıyla da toprağa yürümeden önce, o eksiksiz tüm farklılıkların bir arada yürüdüğünü görebilmelidir. Ve insan yürürken de yaşamın tanığı olan toprağı, ağaçları, dağı – taşı, börtü böceği ve insanı var olan her şey adına güzellik diye alması ne güzel bir şey…
“ Birbirine benzeyen örgütlü varlıklarda bir faaliyet bir hareket vardı. Sıkılı bir kafanın içindeki düşüncenin arkasına gizlenmektense, acısını çıkarıp etrafa yaydı. Ancak bu şekilde yaşayabilirdi… “
Ali Şeker