Uzun yıllardır sinema üzerine yazan gazeteci, yazar ve eleştirmen Atilla Dorsay, Yılmaz Güney Kitabı adlı eserini yenileyerek basıma hazırladı ve kitap geride bıraktığımız günlerde okuyucuyla buluştu. Kitap, Yılmaz Güney hakkında yazılmış yerli ve yabancı kaynaklara dayanan farklı değerlendirme yazılarından, haberlerden ve belgelerden meydana geliyor. Geniş bir arşiv çalışmasına dayanan kitap, usta kalem Atilla Dorsay’ın incelikli çalışmalarından biri olarak dikkat çekiyor. Palmes Academiques Sanat Şövalyesi Nişanı ve Türk Dil Kurumu Basın Ödülü gibi sayısız ödüle sahip Dorsay’la yayımlanan kitabı ve Yılmaz Güney hakkında konuştuk.
Yılmaz Güney Kitabı isimli çalışmanızı düzenleyip yeniden basıma hazırlamanızı nelere borçluyuz? Üstelik önsözde Yılmaz Güney Kitabı 2’nin müjdesini de veriyorsunuz…
Yeni bir yayınevinin önerisine borçlusunuz. Beni heyecanlandıran bir öneri oldu. Yıllardır ortada olmayan bu kitabı, gerekli ekler ve değişikliklerle yeniden sunmak, ona olan ulusal borcumuzun en basit bir gereğiydi bence… Ve bunu başardık. Ama söylenecek daha çok şey var. Son dönemin tartışmalarından, yorumlarından… Onlar da inşallah bir ikinci cildi dolduracak.
Kitabınızda Yılmaz Güney’le olan ilişkinizi “Yılmaz’la ilişkili anılarım, hep eksik kalmış bir şeylerin acısıyla, hüznüyle doludur” cümlesiyle anlatıyorsunuz. Yılmaz Güney’le olan kişisel bağınızdan bahsetmek ister misiniz? Örneğin, 1970’te Mecidiyeköy’de bir buluşmanız var. 1970’ler boyunca yaptığınız cezaevi ziyaretleriniz ve röportajlarınız bulunuyor. Bunlarla birlikte, bahsettiğiniz “eksik kalan şeyler” neler?
Aslında benim açımdan pek eksik bir şey yok. Son dönemi dışında (yani Fransa’da olduğu dönem) 1960 sonlarından itibaren onun yaşamına yeterince girdim, yaptığı her şeyi izledim, tüm hapishanelerini ziyaret ettim; defalarca söyleştik. O dönemde dış basını daha da iyi izlediğimden (örneğin Fransız sinema dergilerine ve Fransızların ‘entel’ haftalık dergisi Le Nouvel Observateur’e aboneydim; kapıma gelirlerdi) hayatının dış basına ve dünyaya yansımasını da takip ettim. Bunlar da var-şimdi biraz daha zenginleşmiş olarak… O “eksik kalan şey” belki bilinçaltımda Altın Palmiye aldığında Cannes’da olamamak veya ölümü öncesi görüşememek olmalı…
ÖDÜN VERMEZDİ
Kitabınızda Yılmaz Güney’i tarif ederken, “Yılmaz Güney aşırılıkların insanıydı. Ödün vermek, anlaşmaya gitmek, ‘consensus’lar aramak onun işi değildi” diye belirtiyorsunuz. Güney’in bu karakterinin sinemasıyla ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bunun örnekleri var kitapta… Gerçekten de kimi konularda ödünsüzdü, hatta saplantılıydı. Örneğin, komünizmi olması gerektiği gibi gerçekleştiren tek ülkenin Arnavutluk olduğuna dair kör inancı. Kimi sorulara verdiği ‘kitabi’ yanıtlar… Örneğin, bir hapishane söyleşimizde ben sormuşum: “Daha ziyade okudun mu, yoksa sinema konusunda hikâyeler mi hazırladın?.” Ve yanıtı: “Bilgi bizim için nedir, her şeyden önce ona bakalım. Bilgi bizim için araçtır; belli şeyleri çözmek belli şeyleri aşmak için!”. Bunun gibi şeyler… Ayrıca kendisi konumundaki bir insanın illa da tabancayla dolaşması gereğine yürekten inanması-ki bu onun sonunu hazırladı.
Umut’un Yılmaz Güney filmleri arasında ve Türkiye sinemasında yeri büyük. Filmin o dönem izleyiciyle buluşmasının ardından gerçekleşen tartışmalarından bahsetmek ister misiniz? Umut Türkiye sinemasında nasıl karşılanmıştı?
Umut bizde de, dünya sinemasında da çok iyi karşılandı. Öylesine ki, Hürriyet gazetesinin yakın zamanda sinemamızın en iyi filmleri için yaptığı geniş çaplı soruşturmada bir numarayı aldı. Ayrıca benim kişisel tarihimde de çok önemlidir. Çünkü ben dört yıldır yazdığım Cumhuriyet gazetesinde, ancak bu filmle Türk sinemasını da yazmaya başladım: tam 1970 yılında… Ve bence bu kariyerimin en büyük adımı oldu. Umut bugün de zevkle izlenen bir başyapıttır.
SOLA TAHAMMÜLSÜZ YAZARLAR
Kitabınızda derlediğiniz kimi yazarların 1980’lerin başındaki yazılarında Yılmaz Güney’in Yol filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nü almasını tamamen politik sebeplere bağladığını görüyoruz. “Komünist dayanışmadan” ve “ideolojik pohpohlamadan” bahseden kalemler var. Buna benzer değerlendirmeleri günümüzde bile duyabilmek mümkün. Bu konu hakkında siz neler söylemek istersiniz?
Bunca yıl sonra ne diyeyim? O zamanın Türkiye’sinde de bugünkü gibi sola tahammülü olmayan, bırakınız komünizmi sosyal demokrat olmayı bile günah sayan bir kesim vardı. Bunlar Güney’in başarısını yukardaki ağır deyişlerle çiğnemeyi denediler. Ama zaman Yol’un lehine çalıştı. Sinema tarihine geçen bir film oldu. Kitapta bu konudaki sayısız yabancı yaklaşımlar var.
Yılmaz Güney’in cezaevi süreçlerini neredeyse bir okul gibi değerlendirdiğini görüyoruz. Pek çok filmi kendisi cezaevindeyken çekildi fakat cezaevleri onun için sinema, politika ve edebiyat üzerine okumalar yaparak kendisini geliştirdiği bir yer gibidir aynı zamanda. Bu açıdan bakılacak olursa, Yılmaz Güney’in sanatında cezaevlerinin nasıl bir yeri bulunuyor?
Evet, bu onun kaderinin (ya da kadersizliğinin) bir başka cephesi. Benim tek sözcükle ‘trajik’ bulduğum bu kadere, o kendine göre en insancıl biçimde yaklaştı, onlarla sıcacık ilişkiler kurdu. Belli bir otoriterliği dostluklara dönüştürdü. Ve ancak böyle o harika senaryolara vakit ayırabildi, onları gerçekleştirebildi; hatta kimi filmleri içeri sokmayı başardığı kopyalarından izleyip belli değişiklikler önerdi, onlar üzerinde bir son denetim şansı yarattı. Bu açıdan da sinemanın uzun tarihinde tek örnektir o. Eşi benzeri olmayan… Ve sinema tarihinde “filmlerini içerden yöneten sanatçı” unvanını kazanan…