Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı işgal 23’üncü gününü geride bıraktı. Çatışmalar sürerken diploması trafiği de yoğunlaştı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Dr. İlker Aktükün, hem ekonomik yaptırımlar kıskacı altındaki Kremlin’in politikalarını hem de ABD’nin başını çektiği Batı’nın tutumunu değerlendirdi. Dr. Aktükün, “Rusya’nın da Amerika’nın da istediği oldu” diyor ve ekliyor: “Artık Gürcistan’ın, Ukrayna’nın, Moldova’nın NATO’ya girmesi mümkün değil. Buna karşılık Amerika’dan giderek bağımsızlaşan ve NATO’yu sorgulayan, gereksiz silahsızlanma harcamalarını sorgulamaya başlayan Avrupa da, Amerika’nın arkasına geçti. Bu işin sonunda kaybeden sadece Ukrayna halkı oldu.”
Rusya lideri Putin’in söylemleri ve Ukrayna’ya yaklaşımından başlayacak olursak… Bu sürece nasıl gelindi?
“Devlet geni” diye bir şey var. Devletlerde, özellikle köklü kurumsal yapıları olan devletlerde genetik olarak gelişen bir refleks var. Rusya, bu geni çok güçlü olan ülkelerden bir tanesi, köklü kurumları var. Yani çarlık dönemi, Sovyetler Birliği, sonra yeni Rusya’da da muhafaza edildi. Şunu çok net söyleyebiliriz; ‘Sovyetler Birliği çöktü’ denildiğinde esasen kurumlar çökmedi, ordu, polis yerinde kaldı, kadrolar aynı kaldı. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ın içindeki bütün refleksler de muhafaza edildi. Bunu biraz abartarak bir insana benzetirsek, hastalık geçirdikten sonra nasıl bir bağışıklık sistemi geliştiriyor? Devletler de bu türden bağışıklık sistemleri geliştiriyorlar. Şimdi Rusya açısından bakıldığı zaman, Rusya kuruluşundan itibaren sürekli olarak Batı’dan saldırıya uğrayan ülkelerden bir tanesi.
Çok yanlış bilgiler veriyorlar, örneğin hep söylenen şeylerden bir tanesi NATO’nun Varşova Paktı’na karşı kurulduğu… Hâlbuki tam tersidir, 1949’da NATO kuruldu, 1950’de Kore Savaşı patlak verdi, 1952’de Türkiye ve Yunanistan Atlantik ülkesi olmadıkları halde NATO’ya alındılar. 1955’de Federal Almanya’da NATO’ya üye yapılınca, Kruşçev Varşova Paktı’nı kurdu. Varşova Paktı’nın kurulma nedeni Avrupa’dan tamamen çevrelenmiş olmaları. Bir savunma yapısı olarak pakt kuruldu. Bu noktadan baktığımız zaman, tarih boyunca bu kadar çok Batı üzerinden saldırıya uğramış olan bir ülke için ve üstelik Ukrayna gibi sınırı başında olan bir ülkenin NATO’ya girmesi ve silahlanması, yeniden çevrelemenin başka bir örneği değil mi? “Efendim egemen bir devlet istediği yere girer, istediği yere çıkar “Tamam, peki… Mesela Küba egemen bir devlet değil miydi? Küba, Sovyetler Birliği’yle anlaşma yaptığında Küba’ya füzeler yerleştirildiğinde ABD dünyayı nükleer bir üçüncü dünya savaşının eşiğine getirdi. Şimdi Amerika, Rusya’nın benzer açıklamalarına karşı çıkıyor.
İlker Aktükün
Neden peki?
Çünkü reel politikanın ikiyüzlülüğü yatıyor burada. Yani Rusya’nın savaş yapması veya bu savaşı onaylamak başka bir şey, -ki savaşı asla onaylamıyorum- ama Rusya’nın refleksini anlamak, bunu neden yaptığını anlamak başka bir şeydir. Bir tarihsel arka planı var. Finlandiya örnek alındığı takdirde Rusya’nın kuzeyden okyanusa açılacağı tek Körfez olan noktayı iki taraftan birden NATO kapatıyor. Rusya da “bu cendereye niye gireyim” diyor. Veya Moldova ile Ukrayna hemen sınırının dibinde; orada askeri üsler, nükleer silahlar olacak. “Bunu kabul etmem” diyor. Dolayısıyla Amerika bir anlamda Zelenski’yi kışkırtmıştır.
Kim, ne elde etti?
Bence Rusya’nın da Amerika’nın da istediği oldu. Çünkü büyük ihtimalle artık Gürcistan’ın, Ukrayna’nın, Moldova’nın NATO’ya girmesi mümkün değil. Buna karşılık Amerika’dan giderek bağımsızlaşan ve NATO’yu sorgulayan, gereksiz silahsızlanma harcamalarını sorgulamaya başlayan Avrupa da, Amerika’nın arkasına geçti. NATO’nun yeniden silahlanma programları canlandırıldı, dolayısıyla Amerika da kazandı. Yani bu işin sonunda bence kaybeden sadece Ukrayna halkı oldu.
Türkiye’nin denge politikası izlediğini görüyoruz. Bu ne derece mümkün?
NATO tercihinden sonra Türkiye’nin başına ciddi badireler geldi. Çünkü çevreleme politikası dost ve müttefik ülkelere ve Amerika’ya mesafe almayacak ve fazla direnç göstermeyecek hükümetler ister. Türkiye de ne zaman Amerika ile bir mesafelense mutlaka arkasından bir şey olur. Bu çok nettir. 27 Mayıs’ın da 12 Mart’ın da, 12 Eylül’ün de arkasında Amerika var. Yalnızca Türkiye’de değil, İran, Pakistan’ın başına gelenler, Yunanistan’da Albaylar cuntası vs… İşte bu “çevreleme” dediğimiz şeydir. Özellikle sınır ülkelerinde Amerika’ya mesafeli bir şey yapmaya kalkarsan problem yaşarsın. Bu noktada, Türkiye’nin kuruluştaki ayarlarına dönmesinin daha mantıklı olduğu kanaatindeyim. Türkiye’nin kuruluşundaki ayarlar hem Doğu’ya hem de Batı’ya eşit mesafede bulunmaktır, özellikle o dönemde Sovyetler Birliği ile dostluk ve saldırmazlık antlaşmaları ile bir dostluk süreci yürütmek Karadeniz’i bir barış gölü haline getirebilmekti. Bu önemlidir.
Sovyetler’in dağılmasının ardından Amerikan hegemonyasının kalıcılığını işaret eden tezler kabul edilmişti. Bugün ise bunun sarsıldığı konuşuluyor. Ne dersiniz?
Siyaset biliminde, bizim hegemonyayı kurduğumuz dört ayak var: Askeri, ekonomik, siyasal ve ideolojik. Ekonomik olarak Çin, Amerika’yı geçiyor ve geçmek üzere. Askeri olarak, şu anda dünyanın bir numaralı gücü ABD ama bu noktada da Rusya ve Çin’in birleşik askeri güç oluşturmaları, bambaşka bir dinamik yaratır. Siyasal olarak ABD şu anda avantajlı olabilir. Avantajı ise şu: Avrupa ülkelerini komünizm korkusu nedeniyle arkasına aldı. Ama o süreçte hegemonyanın kırıldığı nokta Fransa oldu. De Gaulle en sonunda dedi ki: „Olası bir dünya savaşında nükleer savaşın alanı, Avrupa olacak ve sen bunu hiç gözetmeden krizleri tırmandırıyorsun.” Ve devamında NATO’nun askeri kanadından dahi çekildi.
Ukrayna savaşı transatlantik ilişkileri nasıl şekillendirecek?
ABD, siyasal olarak Rusya krizinden güçlü olarak çıkmış olsa bile ideolojik olarak Amerika ile Avrupa arasında çok ciddi sorunlar var. Çünkü eskisi gibi “komünizme karşı hür dünyanın temsilcisi” konumunda değil, hegemonya kurabilmek için. Sen kazanırken senin hegemonyanın altındakilerin de kazandığı intibahını vermen gerekir. Meşruiyetin de ancak bu şekilde sağlanır. Bugün ABD bunu ne Ortadoğu da yapabiliyor ne Asya’nın güneyinde yapabiliyor. Birçok yerde bunu yapamıyor. Türkiye’de dahi bunun tartışmalı olduğunu görüyoruz. Bu sağlanamadığı zaman hegemonyanın en önemli ayağı çökmüş oluyor. Dolayısıyla Napolyon’un “süngüyle her şeyi yaparsın ama üzerinde oturamazsın” sözüne geliyoruz. Yani silah gücüyle her şey yapılabilir ama sadece silah gücüyle bir istikrarın kurulması beklenemez. Dolayısıyla burada ideolojik ve siyasal olarak Amerikan hegemonyasından yeniden söz etmek en azından kısa vadede bence çok da kolay değil. Dünyanın çok kutuplu bir dengeye sahip olması ehven-i şer diye düşünüyorum.
ÇİN’İN EKONOMİK, RUSYA’NIN ASKERİ GÜCÜ VAR
Kremlin ile Pekin arasındaki ittifakın daha da yüksek sesle dillendirildiğini görüyoruz. Bunun tarihsel zemini için neler söyleyebilirsiniz?
Tarihsel açıdan pek yok. Yani Çin ile Rusya hiçbir zaman dost olmadı, hatta etkileşimleri de sınırlıdır. Çin’de Mao’nun iktidara gelmesi ve daha sonra Stalin’in “sosyalist anavatan” söylemiyle, Çin’in kendisine tabi olmasını istemesi, bir anlamda Çin ile Sovyetler Birliği’nin arasını bozulmasına neden olmuştu. Kruşçev 1956’da 20’inci Kongrede “Sosyalizmde ayrı yollar var” derken, aslında Çin ve Yugoslavya, Arnavutluk gibi, bağımsız hareket eden sosyalist ülkelerle barışmayı kastediyordu. Ama Küba krizinden sonra Çin ile Sovyetler Birliği’nin arası yeniden bozuldu. Çin, Sovyetleri “devrime ihanetle” suçladı. Kruşçev, Çin’i maceracılıkla suçladı ve yine ilişkiler bozuldu. Şimdi bugünkü ortamda bambaşka bir şey var. Çin’in ekonomik gücü, Rusya’nın ise askeri gücü önemli. Dolayısıyla bu ikisinin birleşmesi aslında Amerika’yı dengeleyen bir unsur olabilir. Reel politik açıdan bakarsak, Amerika’nın bugün hem ekonomik gücü hem de askeri gücü eski seviyede değil ama ideolojik gücünü yeniden tahkim etti, hegemonya kurmak için gerekli unsurları oluşturmaya başladı. Buna karşı direnebilmek noktasında birinin askeri gücü, ötekinin ekonomik gücü bir araya gelirse ancak Amerika’yı dengeleyebiliyor. Böyle bir denge olabilir.