Okumalarımın beni alıp götürdüğü yerlerdeyim yine…
Gündemin ağırlığıyla örtüşen “Küllerinden Doğanlar” adlı kitabı okudum. KKM Yayınları tarafından basılan, dumanı üzerinde bu kitabı Gülseren Mungan kaleme almış. Gerçeğin içerisinden çıkıp gelen on dört öyküyle kesişti yolum. Yaşanmış ama bitmemiş maalesef bitecek gibi de görünmeyen on dört Anka kuşunun hikâyesi.
“… Ne çok gözyaşı dökülmüştü ateşi söndürmek için.”
Kazananı olmayan savaş canımı yakıyor, dışarıda hayat devam ediyor, kimseye duyuramadığım protesto çığlıklarımın altında ezilmiş hissediyorum. Düşüncelerimde; Zweig’ın Satranç kitabından “Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi” cümlesi kol geziyor.
Kim o birisi? Neden sen, ben, biz değiliz?
“Gözlerinde Süt Mavisi Lekeler” adlı öyküyü bitirdiğim sıra denizi olmayan bir kentteki martıların sesi düşüncelerimi bölüyor. “Barış hemen şimdi” diye bağırdıklarını hayal ediyorum, kanatlarını özgürlüğe çırptıklarını.
Dağların ardındaki topraklarda yer gök savaşla inlerken ekranlardan sızıp gelen görüntüler yüreğimde bomba etkisi yaratıyor. Klavyelerinin başındaki savaş tecavüzcüleri salyalarıyla, kendi topraklarına gelme ihtimali olan sınıra dayanmış kadınlar üzerinden şaka yaparken midem kramplarla mücadele ediyor. Milletlerin kadınlarını kıyaslamaya kalkıyor kimileri; hangisi savaş meydanlarında daha kahraman diye. Bilmezden, görmezden geliyorlar bir kez daha kadınlığı.
Dinleri, ırkları ya da hangi coğrafyadan olduklarıyla sınırlanmaya çalışılıyor cinsel kimlikleri. Çağlar boyunca cadı olduk, uğursuz, lanetli olduk. Yakıldık, kıyıldık, yok edildik ama her seferinde yeniden doğduk. Birbirinden zorlu o yedi vadiyi sırayla geçmek olmadı mücadelemiz. Evrenin en derin çukurunda toplanan yedi vadiyi el ele, kol kola aşmaya çalışırken kül oldu kanatlarımız.
Şili’den yükseldi sesimiz, adımız cumartesi oldu. Bir kitaptan çıktık; Jiyan, Azap olmak isteyen Aya, Güneş, Noora, Sevgi, Şakira, Lâmia, Roza, Ceylan, Hatı, Sidra, Diba, Samya ve Berçem olduk. Kendi topraklarında gözlerini kırpmadan kelle uçuran haramilerden kaçarken sığındıkları dağda açlıkla, susuzlukla sınanan kadınlar olduk. Kundaktaki bebeğinin susuzluğunu kendi dudaklarındaki nemle gidermeye çalışan anneler olduk. Bazen görünmeyen, bize çok yakıştığı düşünülen çiçekten prangaları sıyırıp attık bazen de çelikten olanları parçaladık. Rüzgârın önüne kattığı kuru yaprak olmak yerine fırtınaya yoldaş olmayı seçtik.
“Açılan bazı yaraların hiç geçmediğini bilirdim. Kabuk bağlar, ancak bir şeye takıldı mı eskisinden de beter kanardı. Tuz bassan olmaz, merhem sürsen olmazdı. Bazı yaralar bir türlü onmazdı.”
Efsanelerde, masallarda, Kaf Dağı’nda değiliz. Yaşamın içindeki, kalbindeki Simurg’uz her birimiz. Her ne yaşarsak yaşayalım küllerinden doğmayı başaranlarız, yaşama can verenleriz.
Kitaptaki her anlatı, yaşayanın hayatında derin izler bırakmış. Töresi, yazgısı, şiddeti, savaşı, kılığı kıyafeti, öteki olma hali, aykırılığı, payına göç düşeniyle anlatanın dilinden dökülüp yazarın kaleminden damla damla süzülerek okura ulaşmış. Son sayfayı okuduktan sonra kapağı kapatıp kitaplığa kaldıramıyorum kitabı. Yeniden ilk sayfaya dönüyor, öykülerin isimlerine bakıyorum. Başlıkların alıp götürdüğü yerdeyim şimdi de: Güneş, kayadaki izlerin üzerine doğuyor. Hiç yüzünü görmedikleri güçler ferman isteyince, koşullar genç, yaşlı, çocuk demeden gitmeye zorluyor onları. Onlara göç etmek düşse de ne mahpus olmayı kabulleniyorlar ne de mahpuse. Yalnız ve tek başına kaldıklarını düşündükleri anlarda bile birer kutup yıldızı oluyorlar kendi yazgılarında. Kartal kanatlarıyla eve dönüyor kimisi tüm ötekileştirmelere rağmen. Kendi yaşam koşularının şampiyonu olmaya kararlı Ankalar hepsi.
Kırıldıkça çoğalanların öykülerinden oluşan “Küllerinden Doğanlar” sadece gündemi yakalamakla kalmamış. Savrulan her kül zerresinden doğacak olan Ankalara, Simurglara ilham verecek olan bu kitap, önüne çıkan tüm engelleri aşan bir yolculuk, düne, bugüne, şimdiye, yarına kesilen bir bilet.
Duygu Uzel