in ,

Ali Şeker: HAYAT SADECE KARIN TOKLUĞUNDAN İBARET DEĞİL

Deneme

“ Sadece var olmak denilen şey, öyle güzel öyle heyecan verici bir şey ki, kıyısında - köşesinde tir - tir titriyoruz. Ve hiç âdetimiz olmadığı halde, yarının nasıl bir güne evirileceğini şimdiden kestirmek oldukça zor. “

Küçücük bir çabayla, şöyle kısacık dokunsan hayata, herkesin yüzündeki, düşüncelerindeki, duygularındaki, yaşama kararlığındaki örtüyü kaldırabilirsin…“

Hayat sadece karın tokluğundan ibaret değil, diye düşündü. Yeniden kendi yazdığı kitaplarına dönerken, bireysel dertlerini ve başarısızlıklarını tamamen unuttu. Ve işte orada, farklı bir mekânda, muhteşem nesne dediğimiz – kitap avuçlarının arasında, ansızın kendi kendisiyle bütünleşti. Bazen iyi şeyleri yakalamak için, insanın zihnindeki kötü düşünceleri kovalamak gerekiyor. Gece denizin ne kadar güzel göründüğünü hayal etti, kendi penceresinde. O an içinden şöyle geçirdi, bu hayatta hiçbir şey düş kurmakla boy ölçüşemez…

Şu an yaşadıklarımız anlamsız olsa da, bir yönüyle de kendi seçimimiz olduğu için, yaşasak da kaybetmemiz mümkün değil. İster bu bir köşede bir kaç aylık bebeğiyle, önünde yara bandı paketleri ya da birkaç selpak kâğıt mendilli sergi sarayını açan bir insan, bütün yürüyen gözlere ne yapmak istediğini beden diliyle ifade etmeye çalışan bir kadın olsun. O an gözden kaybolan sadece eşyaların değil, birbirine değmeden geçen insanlar trafiği olduğunu anlarsın. Yorulan parmaklar, zor yaşam koşulları onları tek – tek elinde tutmuş, isteksiz bir arzuyla, nereye fırlatıldığı bilinmeyen bir ok gibi yine birbirine değmeden geçip giderler. Şimdi yüksekçe bir yerden dünyanın güzelliğine methiyeler düzen biri, dünyanın diğer güzellikleri önünde hiç de saygıyla eğilmediğini, öbür yaşamın cennetine erişilmez bir huzur yüklesin, bir ebedi dinlenme mekânı olarak tavsiyelerde bulunsun. Sarf ettiği bu cümlenin yarına ulaşması çok kısa kalacağından, o cümleyi tekrar yarına “ yarın bugünden daha güzel olacak “ ulaştırmak hep başkalarına düşer, bizler neden, hayatı tüm varsıllığıyla gördüğümüz gibi yaşamayalım? Bu: yarınlar güzel olacak söylemi, bir sarayda, çok odalı köşklerde, kur korumalı mevduat hesabı olanlar ve yönetenler tarafından söylenen politik bir söylem olarak kalacağını hep biliriz. Oturduğumuz yerden epeyce yüksek, ışıltılı, bin bir odalı, bin bir iş erbabının çalıştığı bir saraydan bizlere iletilir. Bir yoksulluğu bizlere pay edilmeye, etmeye çalışanların sanki lüks parıltılı bir yaşamı yaşamaları sadece onlara ait özgü bir yaşam biçimi olur. Çalışmak mı üretmek mi, bu yaşamı tüketenlerin, sandığa hapsolmuş, seçilmiş bir seçimiydi. Nasıl olsa bizler varamasak da güzel yaşanabilir bir hayata, biz değilsek bile, bir başkaları o güzel günlere – öngüne ulaşabilir, yarına… Üşümek, soğuk, yalnız kendi kendine yeten iklim ve havanın hareketleriydi. İşte şu anda bu soğuk günler uzun sürmeyebilir ama hepimizi bir haftayı geçkinde olsa sarmalıyor. Değişime bağışıklığı olan bir şey bu akışkan ve değişken kar taneleri sonsuza kadar yağacak, kış mevsiminin mevsimsel halleri. Bırakın varsın kar yağsın, yağmur yağsın, rüzgârda essin, varsın ilkbaharda leylekler elektrik direklerine, ören yerlerin henüz ayakta duran sütunlarına yuva yapsın. Yine sabah çiyi düşmüş kaldırım taşlarında ayrık otları baş versin, kelebekler güneş ışığıyla birlikte, balkonda eskil bir kanepede güneşlensin. Varsın antik kentlerin amfiteatr taş döşemeli açık hava salonlarında her dilde toplumsal oyunlar ve Türkçe – Kürtçe – Arnavutça – Yunanca, şarkı türkü ezgileri ve müziğin ritmik sesleri halkla buluşsun. Yaprakları dökük ağaçların çıplak halleri ve sonbahara biraz da sanat karışsın. Tarihte yaşanan savaşlarda ölenlerin hikâyeleri taş – mermer döşemeli koltuklarda kulaklarımızda eşit şekilde erisin. Keyifli anılar yumağını, geriye doğru sarmanın ve kulağın sesleri bir araya getirmek için çabaladığı ve birbiriyle uyumlu bir hale getirmesine izin verelim. Zeytin ve çam ağaçların tarihle orantılı olmasa da yaşlı yaprakların arasından sızan ışık huzmelerin ışıltısına çevremiz bürünsün. Aktör ve aktrislerin aydınlatan sesi, gökyüzü ve başkaca hiçbir ışığın olmadığı bu yerlerde yankılansın. Sezen Aksu ‘ dan “ Buke “ isimli bir ezgiyi dinlemek, bir dil gerçeğini açığa çıkartmak güdüsüyle, sorgulamayı hatırlatmasının acı verici olduğu bu an bile hoş. Aynur Doğan ve Ajda Pekkan ‘ nın aynı sahnede söylediği “ Keça Kurdan “ türküsünü Ahmet Aslan Türkçe ağzıyla “ Minnet Eylemem “ türküsünü usulca söylüyor. İnsanın bildiği ana dili dışında, günlük yaşamda konuştuğu meşru bir dille bir türküde o ezgiyle birleşmeyi düşünebilir ki, buda alçak gönüllüktü. Açık kulaklara dünyanın güzelliklerini mırıldanan türkü ve şarkıların sesi geliyordu, ne söylediğini bilen bir ses, bir tını. “ Bir Dalda İki Kiraz ‘ ı “ Arnavutça bir kadın ve bir erkeğin sesinden düet olarak, ara ara duyulan ama asla diyemediğimiz bu seslerin uyumunu Şevval Sam ‘ dan Kürtçe ‘ nin Kirmancki Lehçesinden Elqajî “ ‘ yeyi dinlerken bir sessizlik olmalı ve lütfen gürültü yapmayınız. Sanatçıların arada sırada olsa sevdikleri işleri yapmasına gönül gözüyle izin vermeyen bir hayatı kabul etmemek gerekiyor, Gökhan ‘ dan – “ Agir Ketîye Dilemin ‘ “ ını dinlemek. Cîwan Haco ve Hülya Avşar ‘ın birlikte seslendirdiği, Kürtçe ‘ nin Kurmancî Lehçesinde “ Cano “ ezgisini Hülya Avşar ‘ dan Türkçe aksanıyla dinlemek oldukça güzel. Ve birbiriyle gerçek yaşamda bir araya getirilemeyen halkları, seslerle uyumlu bir hale getirmek pekâlâ mümkün. Mesela Yunanca: “ Leylim Ley’ “ i Yunanlı bir kadın sesten dinlemenin, düşman ya da dost olarak bilsen bilmesen de, ben dost olarak görüyorum. Seninde içindeki yaşama isteğinin çekilip gitmediğini, farklı bir yorumda, farklı bir seste bu ezgiyi duyumsamalısın. Hayatta tek bir kişinin yapamayacağı o kadar çok iş var ki, hem de çok fazla, hay de sende kolektif hayatın bir yerinden yaşama katılmalısın. Tek pencereli camlardan sarkan çocuk bedenlerinden başlar fırlıyor, ömürleri pencere camlarında babalarını bekleyerek tüketiyorlardı. Ama içlerindeki yaşama sevinci hemen çekip gitmiyor, o çocukların güzelliği apaçık ortadaydı, bilin istedim. Bir sanat dalının veya başka herhangi bir şeyde, bir yaşamda neyin kalıcı olacağını kim bilebilir? Şimdi bu soğuk günlerde haz aldığımız şeylerin tadını çıkaralım. Az önce seninle duygularımı paylaşırken, konuşurken de ne kadar çok büyüdüğümün bir kez daha farkına vardım. Bir çocuğun gördüğü bir bardak süt, bir dilim peynir yeme hayali o hayal gün içinde yükselen güneş ışığı gibi evlerin üzerinden gezinip birden bire yok olmasıydı. Artık birkaç insan gücünü çok da aşan bir şey, ev – barkı geçindirmek, hukuk terazisinin kefelerinden birine bir tek haksız – hukuksuz bir şey konsa, o kefenin daha ağır basacağı an gelmiş. Ve sorgulanacak an gelip çatmış, kendi bireysel çabalarımız bu kadarcık, hukuksuzluk aralığını görme olanağını verebiliyordu bizlere. Şu gördüğümüz elde edilen edilmeyen, her şeye bakınca insanın ondan nefret etmesi mümkün mü? Özel mülkiyet karmaşasının yaşandığı bu sınırlı aynılıkta, birlikte yaşamı sağlamak için, herkesin başını sokacak bir evi olması gibi bir şey olsa. İster bu çok çocukça olsun. Bu sonsuzlukta her şey bölünüp birleştiğinde, hep zafer kazanılmış bir tebessüm dilimizin ucuna gelir ve söyleriz. Ara – ara balıkçı barınağının çevresinde uçan, aydınlığa aşina bir martı. Mart ayının heyecanı üzerinde siyah – beyaz giyinik derili sevimli bir kedi, bir kasabın cam vitrinine kuyruğuyla sırnaşıyor. Varlığı rüzgâr karşısında eğilen, dalında çıplak bir yaprak olsun. Ona bakarak ondan hoşlanabiliriz. Bu yerküre üzerinde, her şeyin yaşama hakkı var. Neden, bunu anlamayı o kadar çok zorlaştırıyoruz?

Aynı anda aynı şiddette iki zıt duyguyu yaşamak zorunda kalmak, bir tanesi mart ayının kapıdan baktırırken, elimizde ne kazma ne de küreğin olmaması ne gülünç. Öteki de para dediğimiz akçenin hiç bir şeyi karşılamıyor olmasıydı. Bu ikisi şimdi ‚ ki an içinde çatışıp duruyor. “ Sadece var olmak denilen şey, öyle güzel öyle heyecan verici bir şey ki, kıyısında – köşesinde tir – tir titriyoruz. Ve hiç âdetimiz olmadığı halde, yarının nasıl bir güne evirileceğini şimdiden kestirmek oldukça zor. “ Hem üşüyoruz hem de elimizi cebimize attığımızda, artık madeni bozuklukların, kâğıt liranın ve bilişim çağına ayak uyduramayan, bir kibrit çöpü kadar değeri olmamasıydı…

Kendisinden çok yüksekte duran yukarıdaki ağacın binlerce yaprağına göz kırpan bir çocuk, bir an için hayatın farkında olmasa bile gözlerini bir öngüne kırpıştırabilir. En dipte akan su, her canlı varlığı besleyen toprak, kendisine bakanlara ne ektiğini ne düşündüğünü sormayan, toprağın önünde saygıyla eğilmek, gökyüzünün altındakilere bütününün parçalarını bütünlemek için hayatın hareketine katılmak varken, yalnızca karın doyurmakla geçiştirilen bir ömür ne işe yarar. İyiliğin galip gelmediği, mutluluğun kalıcı olmadığı, bir düzenin hüküm sürdüğü tek düzeliğe karşı gelmek, direnmek, hayatın tamamına aynı gözle bakmanın olanağını yaratmak ve hak edersek bizim olacak olan şeyleri hep birlikte görebiliriz. “ Bir çocuk: Hiç kimseye verecek bir rengi olmayan rengârenk ve göz dolduran bir bahara da göz kırpabilir. “ Çocuk yüreği her zaman güzel olan şeyleri görür, çünkü bu masumiyete sunulan evrenin bir ödülüydü. Belki de, insanoğlunun acılarını anlamak için bu tekrarlanan bir iyilik olabilir…

Ölüm ve yoksulluk da vardı, zaman dediğimiz boşlukların başlangıcından beri. Hiç kimsenin ayak basmadığı küçücük taş parçacıkları aha az ötemizde şuradaki topraklı yolda duruyor. Tekmelediğin bir taş bile senden benden daha uzun yaşayacak. Işıldayan kalabalığın sesi ne varsa kulaklarımızda buharlaşıyordu. Başkalarının göremediği yaşanacak şeyler bize sınırsız gibi görünse de, özgürlük vardı, huzur vardı, hepsinden daha güzeli. Bu sonsuzlukta her şey birleştiğinde, iç içe ebedi bir gereklilikti, balık, martı ve mavi her şey çok canlı ve netti. Üzerindeki bütün gereksiz şeyleri dışarı atan deniz apaçık ortadaydı, çıplak ve yalın. Kimseye ait olmayan bu devasa mavi, gözlerimizle gördüğümüz bu ufuk çizgisi bize sonsuzluğu çağrışım yapıyor. Bu gerçeği, herkesin bir gün öğrenme ihtimali vardı. Hayat boyu bir hareket istiyorsan, gerekçesiz biraz düşünceyi katsan iyi olur…

Dünyanın farklı dillerinde, bir türkü ya da bir şarkı dinledin diye, kim seni suçlayabilir…”

Ali Şeker

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Flüssiggas aus Katar: Den Teufel mit dem Beelzebub austreiben

Sınav stresi yeme bozukluğunu tetikliyor