Selma dördüncü kattaki balkonundan bakıyordu. Karşısında, sağında kalan, bir zamanlar dağ olan yerde eskiden bakımlı zeytin ağaçları vardı. Zaman içinde dağı aksesuar olsun diye dubleks villalarla doldurmuşlardı. Ortalıkta ne zeytin ağaçları ne de dağın kendisi kalmıştı.
Kızı Neşe market alış verişinden döndü. Annesini balkonda her zamanki yerinden, aynı yere baktığını gördü. Babası da ölünceye kadar, eşi Selma’nın baktığı yere bakardı. İlkbaharda, yazın yuvarlak masanın yanında bulunan açılır kapanır tahta sandalyeye oturur, gazetesini okur, radyodaki haberleri, müzikleri, tiyatroları, bilgi yarışmalarını dinlerdi. Kışın salonun penceresinden, ara sıra ayakta ya da divana oturarak başını geriye hafiften çevirip oraya bakardı. Gözlerinin karşıya takıldığına çok kez Neşe tanık olmuştu. Cesaret edip bir türlü babasına, annesine dalıp dalıp gitmelerinin nedenini soramamıştı.
Neşe balkona çıkıp, annesinin yanında durdu, ona bakıyordu. Annesi bir ara başını çevirdiğinde Neşe’yi gördü:
“Ne zaman geldin?”
“Annem az önce geldim. Zamları otomatiğe bağlayan yöneticilerimiz sayesinde marketlerde fiyatlar yerinde durmuyor.”
Bir anlık sustu. Annesine bakıp:
“Babamla tatile çıktığınız, üniversite dönemimde yanıma gelip kaldığınız günler hariç yıllardır buradasınız. Evin dış cephesinin boyası sarı kanarya renginde olmakla birlikte yıllardır var. Babamla, seni karşıya bakıp hüzünlendiğinizi çok kez gördüm. Gözleriniz neden karşıya hemen kilitleniyor? Bazen anlık bakıp başınızı çeviriyordunuz. Bakmanızın bir nedeni var! Var olmasına varda ben anlayamadım.”
Selma kızının yanaklarını iki elinin arasına aldı, okşadı. Sonrada her iki yanaklarından öptü.
“Kızım hava güzel, balkona hafiften güneşte vuruyor. Sandalyelerimize oturup konuşalım.”
Sandalyelere karşılıklı oturduklarında annesi:
“Yıllar önce buraya geldiğimizde aşağıda tek katlı evimiz vardı. Babanın ailesiyle oturduğu ev iki katlıydı. İleriki yıllarda üzerine iki kat daha çıktılar. Yıl bin dokuz yüz altmış dokuzdu. Buralarda iki haneydik. Kuzularımız, tavuklarımız, sebze bahçemiz de vardı. Dayanışmayla her işimizi yapıyorduk. O günlerde babana yanıktım. Meğerse o da bana yanıkmış…”
“Vay be anne… Sizler neymişsiniz…”
“Dur lafımın arasına girme… Baktığımız yer dağdı. Zeytin ağaçlarının dalları, gövdesi yıllardır benim meskenim burasıdır diyordu. Okuldan sonra kuzularımızı o dağda babanla birlikte çok gezdirdik. Sevgimizi orada birbirimize belli ettik. O dağın ve şu anda askeriye kışlasının bir bölümü Kâhya Veli amcaya aitti. Onun bizlerle arası çok iyiydi. Ailece görüşürdük. Yıllar ilerledikçe bizler gençliğe adım atmıştık. O zaman buralarda tek tük evler yapılmaya başlamıştı. Buraya gelenlerin bizler gibi koyunu, tavukları vardı. Kendilerine göre sebze ektiler. Bu dağın adına ‘başkaları’ deniliyordu. Kim, niçin bu adı koymuş belli değildi. O zamanlar lisenin birinci sınıfındaydık. Babanla beş yüz metredeki okula yürüyerek karda, yağmurda, sıcakta gidip geliyorduk. Günün birinde okuldan geldiğimizde anne ve babalarımız, komşularımız dağın eteğindeydi. Yaşını başını almış bir teyze ve amca vardı. Kâhya Veli amcanın sesini duyduk:
‘Buradan hemen gidin… Burası benim. Sizin hakkınız yok. Buraları terk etmeseydiniz.’
Babanla yanlarına yaklaştık. Gözümüz iki kişinin üzerindeydi. Yaşlı amca:
‘Kâhya Veli benim dönemimde burada kâhyamdın. Mübadelede ailemi, beni Yunanistan’a gönderdiler. Sana ne dedim! Ben ya da çocuklarım gelirse mülklerimizi alırız. Sende hakkın olan araziyi alırsın dedim. Sen ne dedin: Allah şahidimdir, bana bıraktığınız emanete ihanet etmeyeceğim, dedin.’
Kâhya Yahya elini kaldırdığında avazı çıktığı kadar bağırdı:
‘Hadi oradan! Benim tapum var. Senin neyin var? Ben seni tanımıyorum. Belanızı mı arıyorsunuz?’
Konuşmalar karşılıklı uzadı gitti. Ailelerimizle, komşularımızla birlikte izleyici konumuna düştük. Gelen yaşlı çift gözyaşlarıyla, arkalarına baka baka gittiler. Bizler sarsılmıştık. Bu yaşananlar hemen duyuldu. Ortalığa birçok cümleler döküldü. Onu iyi tanıyanlar, ‘Kâhya Veli bir zamanlar onların yanında kâhyalık yapmıştı,’ dediler. Tapuyu üzerine geçirirken askeriyeye bir bölümünü bağış yaptığını öne sürenler oldu. Kimileri de tapu memuruna yüklüce para verdiğini söyledi. Dubleks binalar inşaat halindeyken Kâhya Veli yaşama gözlerini yumdu. Eşi Yeliz yıllar sonra ölüm döşeğindeyken:
‘Yorgo ile Nefeli’nin yerlerini adamım vermeliydi,’ dedi. ‘Hakkına razı olmalıydı. Adamım onların yıllarca kâhyalığını yaptı. Bende zeytinliklerinde, tarlalarında çalıştım. Birlikte yediğimiz, içtiğimiz günler çoğunluktaydı. Kızım, oğlum… Buralar bize ait değildir.” Neşe sarsılmıştı, annesi devam etti.
“Yeliz teyze üç dört gün içinde yaşama gözlerini yumdu. Çocukları oralı bile olmadı. Baban ile ben olanlardan çok etkilenmiştik. Özel mülkiyet insanları bozuyor. Kardeşleri, ülkeleri birbirine düşürüyor.”
Ana ile kız savaşsız ve özel mülkiyetsiz bir dünya özlemiyle başlarını karşıya çevirdiler.
Hüseyin Habip Taşkın / 21.01.2022