İçim yanıyordu. Mutfağa gittim. Bir şişe suyu bitirdim. Derin bir oh çektim. Saç diplerim sırılsıklamdı. Odamın penceresini açtım. İyot kokusu, palmiye ağaçları, turkuaz maviliğinde sakin, sessiz bir deniz… İnsan daha ne ister ki!
Kayaların koyu kıvrımlarına saklanmış martıların yankılı seslerini dinledim. Banyoya doğru giderken yan odada yatan annemi gördüm. Çok yorgun görünüyordu. Soluğu hırıltılı, nefesi kesikti. Bazen onu kendi kendine söylenirken yakalıyordum.
“Ne oldu sana böyle? Ne çeviktin? Yazıklar olsun e mi?” diyordu. Bugün onun için bir şeyler yapmak beni de mutlu edecekti. Düşündüm.
Akşama doğru kanalın yanındaki çay bahçelerinden birine girdik. Okaliptus ağaçlarının gölgelediği bir masaya oturduk. Çaylarımızı söyledik. Ufaladığımız simitten ördeklere pay ettik. Ağaca takılı gazete kutusundan bir dergi ve bir bulmaca ekini alarak oyalandık. İyi vakit geçiriyorduk. Annemi göz ucuyla izliyor, nasıl olduğuna bakıyordum. Keyif alıyor gibiydi.
“Ay, Necla! Şu ilerideki kapıya bakar mısın? Yolun diğer tarafındaki. Evet, işte orası! Eski komşularımız. Daha önce bahsetmiştim hani. Yıllar oldu onları görmeyeli. Babaları fahri konsolostu. Baki bey. Nasıl da heybetliydi rahmetli. Bahçelerinde kızlarıyla oynardım. Babaları öldükten sonra ne yaptılar, neredeler, hiç bilgim yok. Sorsak mı? Ne dersin, ha Necla?”
Gözlerinde yakamozlar, can gelmişti kadına. Ben yine de işi tembelliğe vurdum.
“Amaan anne! N’apıcaz onları bu saatten sonra? Boş ver yaa! Aradan geçmiş bunca zaman.”
Kızım önce anneannesine baktı. Yüzündeki ifadeyi görür görmez;
“Hadi anne! Ben de merak ettim. Sormakta ne var?” diye diretti. İki sıfır yeniktim. Hep birlikte yolu kestik. Siyah demirden kapının ziline bastım. Ne gelen ne giden…
Kızım anneannesini kolundan tutarak;
“Burada yoklar galiba anneanneciğim. Bak kaç kere çaldık.” dedi.
Annem;
“Markete mi sorsak acaba?” dedi.
O an bahçe kapısı otomatik olarak açıldı. Annemin heyecanı bana da geçti. Düzenli taşlar döşeli yolda yürümeye başladık. Çimin yanı sıra genç kauçuk ağaçları vardı avluda… İnce, uzun bir kadının bize doğru geldiğini gördük. Annem arkadaşını hemen tanıdı. Yüzündeki sevinç görülmeye değerdi doğrusu. Kucaklaştılar. Birbirlerine hayretle bakıyor, gözlerine inanamıyorlardı.
Ev daha çok şapele benziyordu. Şaşırtıcı derecede serindi. Genişçe salonun ortasında durduk. Yaşlıca bir teyzenin orada oturduğunu geç de olsa fark ettik. Ufak tefekti. Masmavi gözleri üzerimizdeydi. Taşkın bir neşeyle kalktı yerinden. Talat Hanım, bahçelerinde oynayan, uzun yıllar komşuluk ettiği ailenin kızını, annemi, tanıyabilecek miydi acaba?
Zekiye annemi hararetle tanıtmaya, unutulmayacak anları hatırlatmaya çalıştı. Bunları yaparken eğilmek ve yüksek sesle konuşmak durumunda kalıyordu. Kadıncağız yüzünde gülücüklerle karşıladı söylenilenleri.
“Hoşlar sefalar! Hoşlar sefalar olsun! Tanımaz mıyım? Şehnaz Hanım. Yan komşumuzdu ayol! Kızı Ayfersin. Nasıl bilmem? İsmail Efendinin kızı değil mi canım? Bilirim tabii. Ne iyi ettiniz de geldiniz! Çok mutlu olduk, değil mi Zekoş?”
Rahatlamıştık. Helâl olsundu kadına. Bu yaşta böylesi bir hafıza! Hele günümüzde kimsenin yapmadığı o zarif reveransı! Üçümüz de hayranlığımızı gizleyemiyor aygın baygın bakıyorduk ona. Annem! Güzel annem! Nasıl da mutlu! Eski günlere biraz daha gidecek oldu ki Talat teyzeden gelen soru hepimizi toz duman etti. Yüzüne yerleşen kaygılı ifade bizi de meraklandırdı.
“Hayırdır, Zekiye? Kim bunlar? Nereden geliyorlar? Ben tanıyor muyum?”
Yaşlı kadının bir süredir Alzheimer hastası olduğunu öğrendik. Annem yeniden kendisini ve ailesini anlatmaya uğraşıyordu. Aramızda imalı bakışlar sürüp gitti. Varsın Talat Hanım Şehnaz Hanımın kızı Ayfer’i tanımasındı. Kızı Zekiye konuya hâkimdi ya! Annemin arkadaşına gelince; kışları İngiltere’de geçiriyordu. Dernek işlerini benimseyen hayırsever kadınları çağrıştırıyordu daha çok. Uğraşlarından söz ederken pek anlamadıysak da insanlık yararına bir şeyler yapıyor olmalıydı.
Zekiye, “Anneme görünüyorlar ara sıra. Kusura bakmayın. Genel durumu iyi. İdare ediyorum. Benden başka kimsesi yok.” dedi ve kız kardeşinin birkaç yıl önce öldüğünü söyledi. Annemin gözleri doldu. Yutkundu. İkram edilen kolonya içimizi biraz olsun ferahlattı. Hiç evlenmemiş olan Zekiye bizimle ilgili sorular sorunca hava değişti. Bu eve girdiğimiz ana göre şimdi çok daha rahattık. İçerden gelen kahve kokusu ile yabancılığımız büsbütün yok oldu.
Talat teyze ile yalnız kaldığımız anlarda kadıncağızın bakışları değişiyor, huzursuzluğu gözle görülecek kadar artıyordu. Sonra kızı gelir gelmez ondan âdeta yardım isteyerek:
“Kızım kim bunlar? Neden bizdeler?” diye soruyordu.
Gerginlikten ya da kadının durumunu unuttuğumuzdan makaralarımız gevşeyiverdi. Kızım bahanesini dahi tamamlayamadan lavaboya koştu. Ben yamulmuş bir ifadeyle anneme bakıyor kendimi kontrol etmeye çalışıyordum.
Zekiye yanımıza geldiğinde hâlâ gülüyorduk. Ancak elindeki şeyin ne olduğunu anladığımda, gülmenin yerini şaşkınlık aldı. Bu bir orgdu. Talat teyzenin kucağına koyduktan sonra açıkladı. Annesi bu aleti çok iyi çalıyordu.
Elini ağzına götürdü. Bana baktı. Kaşları havada. Tam şimdi eğlence zamanı derken evin yaşlı kızı bu defa bir akordeonla çıkageldi. Askılarını omuzlarına yerleştirdi. Bir anneye bir kızına bakmaktan başı dönen ben, elime bir anda tutturulan defi de görünce küçük dilimi yutacak oldum.
Kızım gülmesini durduramayınca doğru içeri. Başı eğik, kaçar gibi hem de… Annem de bayılmak üzereydi elbet. Neşe dolu insanlarmışız gibi yaparak durumu örtbas etmeye çalıştık. Biz coşkulu kimseleriz, duyduk duymadık demeyin! Neyse sürpriz orkestramızı kurmuştuk ya en önemlisi buydu.
Bundan kelli şaşıracak herhangi bir şey olamaz diye düşünen ya da düşünmeyen biz, işaretin gelmesini beklemeye koyulduk. Zekiye bana;
“Hadi! Salla!” der demez tempo tutmaya başladım. Doksanlık teyze “Samanyolu” şarkısını hata yapmadan çalıyordu. Başımı sağa sola çevirerek gülme krizimi azaltmaya çabaladım. Annem bana ve kızıma kaş göz ederken kendisini tutamadığını gördüm. Def çalma yöntemini hiç bilmediğimden yalnızca hışhışlıyordum.
En azından şarkı bildikti. Orkestranın üyeleri olarak bu evin yasalarına zıt düşmemenin huzuru da vardı. Sadece koromuz biraz sorunluydu. Sesler detone oluyordu… Tam uyum yakaladığımızı düşünmüştüm ki birden ev sahiplerinin sözleri değiştirdiğini fark ettim. Sustum. Dinledim. Hayır yanılmıyordum. Annemle kızım da sustular. Soran gözlerle bakıştık. Şarkının bir cümlesi şöyleydi meselâ:
“Bir şarkısın sen Bahaullah”
Zekiye’nin gözleri kapalı, kapılmış gidiyor. Talat Hanım deseniz hem çalıyor hem söylüyor. Kendileri aranje etmiş ama hata yok. Defi aşağıya sarkıtmıştım. Başkasının hazretine övgüler dizmek istemiyordum. Bu dini önceden duymuştum. Biraz bilgim vardı. Biz söylemiyorduk ama onlar huşu içindeydiler. Söze başladım:
“Pardon! Siz… Başka şey söylüyorsunuz. Öyle değil mi? Bu yüzden uyuşmadık!”
“Olsun siz de katılın! Hadi! Bize uymaya çalışın!” dedi ve istifini bozmadan şarkıya devam etti Zekiye.
“Senn, bahçemizin önderisin, güneşisin… Bir şarkısın sen.”
Cümbüş bittiğinde; “Yoksa siz Bahaî misiniz?” diye sordum. Sorumu hiç yadırgamadı Zekiye. Evet, bu dini benimsemişlerdi. Müslüman dininin güncel yaşama uyumlu hale getirilmiş bir modeli olduğunu anlattı. Kitap verebileceğini söyledi. En çok annem şaşırmıştı galiba. Onların inançlarını sorgulamam. Ancak emrivakiden hoşlanmamıştım. Kafa sıyırtan bu ortama daha çok dayanamazdım. Hele yeni dayatmaların yeri yoktu yaşamımda. Tası tarağı topladık. Yeniden görüşmek, belki de yepyeni bir müzik grubu(!) kurmak üzere vedalaştık.
Talat Hanım biz ayrılırken kâşif merakıyla kim olduğumuzu sormaya devam etti. Demir kapı arkamızdan kapandığında, bizi başka dünyalara götüren bu tablodan çıktığımız için memnunduk. Son kez birbirimize el salladık.