“ Fakat yaşamın amacı: birinin bütünlüğünü tamamlamak değildir, kendi bütünlüğünü tamamlayıp var olanı paylaşmaktır…”
Bir toplumu ve birey olarak herkesi mutsuz eden bir yol hikâyesi ya da aynı yolda yürüyenlerin aynı anda herkese acıdan başka bir şey vermeyenlerin, bu başarıları kendi başarıları mıdır? Soruları hep boşlukta kalıyor. Bir insanın kendi başına yalnız yaşadığı hayat mutlu bir hayat mıdır? Buna rağmen sorgulanabilir, günlük olaylardan öğrendiğimiz gerçekler ve her varlığın kendi yolunu çizmesine izin veren hayat bir önümüzde duruyor. 02.02.2022 ‘ yi takvim yaprakları gösterdiğinde diyemeyeceğim, maalesef… Her an yanımızda günlük yaşamın değişmeyen bir parçası haline gelen bir cep telefonuna baktığımızda dahi hangi gün, hangi ay ve yıl içinde olduğumuzu pekâlâ görebiliyoruz. Yirmi – yirmi beş aylık Korona virüsün diğer adıyla Covid – 19 ‘ un Çin ‘ in Wuhan kentinden tüm dünyaya giriş yaptığı tarihten beri gribal bir enfeksiyona yakalandığımı söylemeyeceğim. Yarı kapanma – kısmi kapanma günlerinden bu yana çok sağlıksız verilerle günlük Korona virüs vakalarının sadece bir bölümümün kamuoyuna açıklandığını bilmeyenimiz yok gibi. Halk sağlığının söz konusu olduğunda ülkemiz gibi metafiziksel yönünün güçlü olduğu toplumlarda hemen – hemen her kademesinde devlet aygıtı dediğimiz örgütlü bir gücün elinde tek kalem halinde halka yansıtılması, çözülebilen sorunların gizlendiği anlamını da kendi içerisinde çelişkileriyle birlikte barındırmasıydı. Bu şartlarda eğer bende hastalanmasaydım, bir şeylerin yanlış gittiği kanısına varacaktım. Yoksa yavaş – yavaş duyularından arınmış, tek bir komutluk koman dadan emir alan bir robota mı dönüşüyorum, düşüncesine kapılacaktım. “ Çünkü bildiğimiz bir şey var, yaşamın kendisi bir harekettir. “ İnanır mısınız, birkaç yer ve adres değişikliğinden sonra anne ve babamın kokusunun hiç silinmediği eve dönmemle birlikte yaklaşık olarak sekiz ay geçmiş. Ve birçok duygu yoğunluğunu birlikte aynı anda yaşadığımı söylesem yanlış olmaz. Birden bire bütün duyargalarım açık bir şekilde, ne aklımda geçmiş ne de gelecek, şu an ‘ ın içinde korku duvarına hepimiz teslim olmuş bir durumla karşı karşıyayız. Üç haneli rakamlarda seyreden insan ölümleri yine gönül duvarlarımıza çarpıp duruyor, bir damla gözyaşı bile yok. Yalnız başına iyi olmak da bir şey ifade etmiyordu. Ancak biz bir hata yaptık dediğimizde, bir şeyleri değiştirme iradesini kendimizde bulabiliriz. Süreç içerisine tanısını bildiğimiz bir virüs karşısında ölümleri aza indirgenmek varken… Yoksa biz bu virüse, binlerce insan yaşamlarını kurtarabilmekle birlikte yine insanın elinde olan bir felaket mi diyeceğiz. Fiziksel olandan daha metafiziksel yönünün hayatın her alanına girdiği şu günlerde, Türkiye ‘ de tüm yaşam formlarının daha da katlanılmaz bir çıkmaza doğru sürüklendiği inkâr edilemez bir realitedir. Evet, yaşamak için sadece nefes alıp – vermek yetmiyor. Nefes alıp vermenin şimdilik bedava olduğunu hemen – hemen herkes biliyor. Şimdilik elinizde tek seçenek olan ve yanan bir ampul var, onunla idare ediniz, yoksa ömür boyu karanlıkta kalırsınız. Devlet olmanın, hükümet olmanın kutsal politik bir davranış olduğunu savunup duruyorlar. Sanki onların inancı dışında hiçbir inanç yokmuş gibi. Kaykıla, kaykıla peşin alış veriş yapan bir tüccarın pozlarında, tüm güzel duyguların bileşimi olan sevgiden çok uzaklar, gözlerinde sadece farklı olana nefret var. Yaşamımızın her alanına dinsel argümanlar çok hızlı giriş yapmaya başladı. Sıradan insanların ağızlarına pelesenk olmuş “ Allaha emanet ol “ cümlesini hemen herkesimin çok sıklıkla kullandığı bir esenleme sözcüğünün yerini çoktan almış. Parasız pulsuz bir sözcük olan “ Şükür etmek “ sözcüğünü de hükümet edenlerce halka reva görülen kuru ekmekle açlığını yani karnını doyurabilirsiniz, bir güzellemesi olarak bizlere sunulan bir nimet gibi duruyor. Hukuk devleti olduğunu beyan eden hâlihazırda bir anayasa, Cumhuriyetin kurucu partisi olduğu herkesçe bilinen bir partinin genel başkanı da, bu dini argümanlardan payını fazlasıyla almış görünüyor. Kendi belediyelerinin panolarına herkesimle helalleşeceğiz diye dev afişler asıyor. Hiç kimsede sorma gereğini hissetmiyor. Bir anayasa ve buna bağlı olarak bir hukuk sistemiz var, helalleşme değil de hesap verebilirlik olmalıdır hukuk sisteminde diyemiyor. O da işin ucunu dine bir bağlı bir söylemle iktidarın politikalarından bir milim geri durmuyor. Kişi sahip olduğu şeylerden ha değince vazgeçemiyor. Mesela: özel mülkiyet dediğimiz maddi varlıklarından ancak ölünce vazgeçebiliyor. Bir bedenin sığabileceği toprağa ise, ömrü hayatında bir kez olsun görmediği yere gömülü veriliyor. Oturdukları yerde ukalaca kaykılmış zatların halka bilerek isteyerek şükür kavramını dayattığını biliyoruz. Kendileri milletvekili maaşıyla keyif çattığı tek adam yönetimini aklamaya çalışırken birde sahte gülücükler suratımızın ortasına kondurmalarına ne demek gerekiyor. Ben bu cümlenin devamına üç nokta koyuyorum, sizler benim ne demek istediğimi anladığınızı var sayıyorum. Yönetenlerin az ye, az harca, meyve ve sebzeyi tane ile alınız, tek ampulle oturmayı öğrenin, kış günü evin içinde atletle gezmelerinize son veriniz tenkitleri neredeyse sadece nefes alıp vermeği öğütleyen a sosyal bir varlık olmayı önümüze bir model olarak koymaya çalışmaları, kendi yandaş medyalarından bizlere alenen iletilir. Sinemaya, tiyatro gitmek, bir orkestra eşliğinde canlı müzik dinlemek veya kendi ülkendeki farklı yerlere gezmeye gitmeyi unuttunuz, asla – kata kitap okumayınız. Sadece ve sadece karnınızı doyurunuz… Karın doyurmakla sağlıklı beslenmenin ne olduğunu gayet iyi biliyorlar. Bir adet hıyar, birkaç domates, üç adet turfanda çarliston biber, yarım kilo Ayşe kadın fasulye, neyinize yetmiyor, kendi bütünlüğümüzü makaraya alan bir konu olarak yaratıcılığımızı her alanda etkiliyor. Kitap okumanın bile elektrik faturalarına ek bir tüketim maliyeti yüklediği lüks bir araca dönüşme yolunda, neredeyse. Ne zaman haz aldığımız kitap okumalarını tanıyacaksınız. Mafya, devlet, bürokrasi üçgeninde: yıllardır yönetenlerin ceplerini doldurdukları cumhuriyet yönetimi şeklinin ne olduğunu anlamayanların sadece oy verme haklarını kullandıkları, bir sandıktan öteye gidemeyen bir soygun ve talan düzenin sürdürücüleri olduğunu anlamaları epey zaman alacak gibi. Çözümlenebilir bir çaresizliğin yarattığı toplumsal öfke, yerini yine sessizliğe bırakıyor.
“ Doğum ve ölüm evresindeki bu aralıkta hastalanmak da, hareketin bir parçası…”
Eğer hastalanmasaydım, bu bir yerde hastalıktan kaçınmak anlamına geliyordu. Ne yaparsak yapalım, nedenini kendi yarattığımız realiteden dolayı hasta oluruz. Bir yanıyla da, sağlığın zıddını yaşamamız gerekiyor. Çünkü bu eşikte, iyileşmeye karar vermek de yine kendi elimizde. Ve yine resmi doğum günüme birkaç gün kala, kesintisiz her sene Şubat ayı yaklaştığında muhakkak ben hastalanırım. Her tarafım dökülüyor, ne iştahım, ne de yemek- yemek gereksinimini bir haftadır benden uzaklaşan ihtiyaç listesinden çıkmış gözüküyor. Kendimi ölüme bir adım daha yaklaştığımı hissetmeye başladım. İnsani bütün güzel duyularımı sanki kaybetmişim. Bir gün eğer hepimizin cesareti yerine gelirse, mücadele etmenin susmaktan daha iyi olduğunu, toplumsal olarak deneyimlediğimizde, yeni bir dünya yaratabiliriz. İşte o gün hep birlikte yaşamı yeniden tanımlayacağız. Bizlere dayatılan yeni yaşam formu, çok sönük ve cılız bir televizyon ışığı altında, birbirimizin yüzlerini unutmaktı, aynı hanede. Ve buna bizi inandırmaya çalışmalarıydı. Fakat yaşamın amacı: birinin bizim yerimize, kendi egolarını, bizim yaşam standartlarımızın üzerinden tamamlaması hiç değildir. Bırakın da, istediğimiz şeylerle kendi bütünlüğümüz içinde koruyup hem de paylaşalım. Size mi kalmış, beyaz rengin, renk fakiri olduğu söylemine sabah akşam sarılmak. Ve her şeyi ters yüz etmek…
Maalesef kitap okumak, yazı yazmak, yalnız olmayı gerektirdiği gibi… Her hangi bir ödül almayı da gerektirmiyor. Ve yine yalnız başınasın. Çok az insan var çevremizde, bugünkü anda bile. Bunu anlamanın çok kolay olduğunu mu düşünüyorsunuz…
“ Var olan tüm renkleri aynı gözle koşulsuz görebilmek de güzel. Bu da yaşamda her insanın renk körü olmadığı anlamına geliyordu…”
Ali Şeker