Saman karıştırılmış toprak kerpiçli duvarlarıyla iki odalı bir ev. Her odanın kapısı ayrı ayrı avluya açılıyor. Damdaki kiremitler öyle solgun, öyle eski ki hüzünle evi korumaya çalışıyorlar, uzun zamandır terk edilmiş haldeydiler. Yeni kiracılar, toparlamak için pekte bir şey yapamadılar.
Bahçe çitleri kırık dökük, bazı direkleri yok, dikenli teller kopuk. Yer yer nar ve böğürtlenler bahçe sınırını bekliyorlar sessiz sakin. Uzakta, bahçenin köşesindeki tahtadan tuvalet yıkılmaya yüz tutmuş, zoraki ayakta duruyor.
Güneydeki toprak ana yoldan ne gelen var, ne de giden. Yol kenarındaki arktan şarıl şarıl, coşkun su akıyor, ilerideki köprü üzerinden taşmış, caddeye yayılıyor. Yandaki ara, çıkmaz sokakta köpekler koşturuyor. Sokağın başında dört çocuk bilye oynuyor bağıra çağıra. Havada nemli, taze toprak kokusu var, yerler yaş.
Evin toprak avlusu nasılda sevimli görünüyor, insana huzur veriyor, yaşanmışlık neler anlatmıyor ki. Güneyde, hemen önde büyük dut ağacının uzun dalları tüm heybetiyle göğü kucaklıyor, sıcak yaz günlerinde gölgesi huzur, ferahlık verir altında oturanlara.
Ağacın altında yaşlı bir adam put gibi durmuş, uzaklara bakıyor, kara gözlerinin çukurları öyle derin ki. Etrafındaki gözyaşı görünmüyor bile, her şey derinlere gömülmüş, sanki içine akıyor; uzaktan bakan sadece durgun bir yüz görüyor, hüzün bakanın içine işliyor. Arada bir gözlerini kırpıştırsa da bir şey değişmiyor.
Neden böyle, her zaman orada o şekilde durur ki…
Başında kısa saçlarını örten fötr bir şapka var, solgun, hırpalanmış, belli ki yıllara meydan okuyor. Her zamanki gibi baston yine adamın elinde, sapını kara şalvarına dayamış, kuru, zayıf gövdesinden güç almaya çalışıyor.
Kara lastikten ayakkabısı ayağını ısıtıyor mu? Bazen mest giyerdi, bugün neden yok?
El örgüsü, beyaz, yün çorap giymiş. Çorabı şalvarın üzerinden çekmiş dizinin altına kadar. Ceketi eğreti duruyor, elle örülmüş, yırtık kazağının içindeki temiz gömleğinin en üst düğmesi de iliklenmiş, boynunu iyice sarıyor. Esmer yüzü kırış kırış; sıcak, sert rüzgârlara direnen çorak toprakları andırıyor, her çizgisinde bir keder saklı sanki. Göğsüne kadar uzanan ak düşmüş uzun sakalları rüzgârda savruluyor.
Arkada, avlunun köşesinde etine dolgun, eli, yüzü dövmeli orta yaşlı, başörtülü, karalar kuşanmış bir kadın ocağa çalı çırpı atıyor, ocaktaki tencereden buharlar tütüyor. Duman bazen adamdan tarafa doğru tütse de o istifini hiç bozmuyor, bastonu elinde, kıpırtısız, tepkisiz, heykel gibi gözleri uzaklarda öylece duruyor.
Aklı nerelerde, yine yüreği mi sızlıyor, beyninde şimşekler mi çakıyor? Çocukların bağırışlarına bir anda başka sesler karışıyor, zaman ve mekân değişiyor, adamın gözleri kapanıyor, kulakları uğulduyor.
Kaçmaya çalışan çocuklar, kurşun sesleri, tecavüz, kadın çığlıkları… Sonra minik ellerinden tutan yaşlı ninenin buruşuk, sıcak eli… Etrafı sarılan köylerindeki insanları toplayıp komşu köye yayan yapıldak götürüldükleri sırada ağaçların arasına süzülüş… Tepedeki ormandan sessizce olan bitenleri izleyişleri… Saklandıkları yerde ağlayan, korkan, çığlığını içine gömen yaşlılar, ses çıkarmasın diye çocukların ağzını kapatan, meme veren anneler… Aşağıda toplanan kadın ve erkekleri ayıran askerler… Kalabalığın önüne kurulan silahlar… Kadınların gözü önünde erkeklerin o silahlarla acımasızca taranışı… O an kara bulutlar gibi göğü saran çığlık ve yakarışların zalimlerin önünde buharlaşıp yok oluşu… Sonra birbirine bağlanmış kadınların arasına salınan kudurmuş askerlerin doymak bilmez tecavüzleri… Çığlık çığlığa yakarışlara rağmen yumuşak bedenlere sokulan soğuk süngüler…
Adam ağacın altında kıpırdar gibi oluyor, gözlerini açıp kapatıyor, görmek, hayal bile etmek istemiyor ama…
Ormanın derinliklerine sığınmışlardı, arkada kalan köylerinden alevler yükselirken. Ertesi gün askerler gittikten sonra saklandıkları yerden çıkıp köye dönüşleri ne korkunçtu. Tanıdık, eş, dost akrabaların cesetleri her yere saçılmış, ortalık kan gölüne dönmüştü. Çaresiz, tarifsiz acılar içinde kıvranırken hiçbir şey yapamamanın kahredici hüznüyle tekrar dönmüş, aylarca ormanda saklanmışlardı. Gece köye gelip başıboş hayvanlardan süt sağıp mağaralara geri dönen büyüklerin kâbusları yeri göğü kaplamıştı.
Kanlı, kızıl akan Munzur’da yüzen cesetlere neler olmuştu? Kestikleri kelleleri ödül almak için çuvallarla taşıyan askerler nerelere gitmişti?
En başta askerler evlerdeki bıçakları bile toplayınca babalar, güngörmüş aksakallı dedeler şüphelenmişti ama bu kadarını onlar bile hayal edememişlerdi. Aylarca sevkiyat yapıp çadır kurmuşlar, silah getirmiş, yığınak yapmışlardı.
Sonunda katliam artıkları nar taneleri gibi memleketin dört bir yanına dağılmıştı. Yaralı ruhları, huzursuz bedenleri ile akılları hep ata yadigârı topraklarda, çocukluğun güzel ülkesinde kalmıştı.
Ateşin başındaki kadın doğruldu.
“Baba!” dedi, “iyi misin?”
Kalktı, yaşlı adamın kolundan tuttu.
“Burası çok duman oldu!”
Adam hiç ses çıkarmadı her zamanki gibi.
Kapıya doğru yürütmek istediği sırada çocuklar bağrışıyordu. İkiye iki ayrılmışlar, kavgaya başlamak üzereydiler. Kadın gözlerini ayırdı, hışımla bağırdı.
“Hasan, Hüseyin…”
Diğer iki çocuk suskundu, Hasan’ın ağzından çıkanlar o zamana kadar duymadıkları bir dildendi. Etraflarına bakındılar, yaşlı adam ıssızlığı bozmuştu, kadın ve iki çocuktan başka kimse yoktu. Korkup kaçmaya başladılar, içleri titriyordu. Adam seslendi ama sevecen sesini kendinden başka duyan olmadı. Kadın çocuklarını çekti evin bir köşesine:
“Ben size evin dışında, sokakta Kürtçe konuşmayacaksınız demedim mi? Küfür etmekte neyin nesi!”
“Ana, biz bir şey yapmadık ki, asıl onlar…”
“Sus,” dedi kadın, “uzatma, her şeye yeniden başlamak istemiyorum artık! Yoruldum, bıktım diyar diyar gezmekten!”
Kadın odaya çekildi, köşede hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ağladıkça içi açılıyor, rahatlıyordu sanki. Çocuklar uzaklaştı. Yaşlı adam kapının önünde duruyordu.
“Ağlama kızım,” dedi, “direngen ol, diz çökme, kocan yakında dönecek!”
“Dönemez!” dedi kadın.
“Umudunu kesme, ben oğlumu tanırım!”
Yaşlı adam gibi acısını içine akıttı kadın. Tüten ocaktaki yemeğe yöneldi.
Ali Fuat Karaöz / Temmuz 2014