Gazeteciliğin, manipülasyon üretip hakikatleri eğip bükülerek değil de bilgi-belgeye dayanarak yapıldığı ve kıymet verilen bir meslek olduğu zamanlarda, Gabriel García Márquez, çeşitli mecralarda köşe yazıları kaleme almıştı. Ömrü boyunca gazeteciliği “dünyanın en iyi mesleği” diye niteleyen Márquez; “Ben özümde bir gazeteciyim, yaşamım boyunca gazeteci oldum, her ne kadar pek belli değilse de kitaplarım, bir gazetecinin kitapları” demişti.
1950’den 1984’e kadar gazete ve dergilerde yayımlanan metinlerinden bir seçki olan Yüzyılın Skandalı, gazeteci Márquez’i buluşturuyor bizimle. İyi yazmayı isteyen, yazarken öğrenip okura bir şeyler verebilmeyi arzulayan ve böyle mutlu olan bir insanla karşılaşıyoruz kitapta.
ATEŞTEN KILIÇLARIN ANLATICISI
Yüzyılın Skandalı’nda, zaman zaman denemeye bazen öyküye çalan metinleri, Márquez’in o klasikleşmiş kitaplarının arka planıymış gibi bir izlenim veriyor. Jon Lee Anderson’ın ifadesiyle “ilk aşkı gazeteciliği”ni gözler önüne seren Márquez, aklına takılan ve yüzleştiği, haber değeri olan şeyleri bir muhabir gibi kaleme alıyor ve diğer taraftan satır aralarına yorumlar da katıyor. Böylece gazeteci-yazar sıfatı ete kemiğe bürünüyor: Gazetecilikle yazmaya adım atan Márquez, yazarlıkla olgunluğa ulaşıyor; bu sürecin zemininde ise Cristóbal Pera’nın altını çizdiği gibi “hikâye anlatıcılığı” bulunuyor.
Márquez, yazılarında günün olaylarına ilişkin kalem oynatıp onları hikâyeleştirerek yorumlarken gazeteciliğin ve gazete yazısının ne olmadığını ortaya koyuyor: “Konu yoksunluğunu gazete yazısı konusuna dönüştüren insanlar var. Yaşadığımız dünyada birbirinden ilginç sayısız olay gerçekleşirken abes bir iş bu. Yazmaya niyetli kişi herhangi bir hazırlık yapmaksızın günün gazetelerini karıştırdığı takdirde baştaki sorun, tamamen farklı bir soruna dönüşecektir: Sunulan sürüyle konu arasında hangisini seçeceği sorununa.”
Márquez’in konu sıkıntısı çekmediği çok açık; gördüğü, okuduğu ve karşılaştığı hemen her şeyi köşesine taşıyor: 1950’lerden 1980’lere kadar Latin Amerika’daki politik ortam, siyasetin arka sokakları, Kolombiya başta olmak üzere kıtadaki sıradan insanın günlük telaşları, sinema, tiyatro… Ardından, “gazetecilik boksörlüğe en çok benzeyen meslek, iyi tarafı hep daktilonun galip gelmesi, kötü tarafıysa havlu atmaya izin olmaması” diyor.
Márquez, havlu atmadan yazıyor; günlük yaşamdan bazen kimsenin dikkatini çekmeyen, akışta kaybolup gitmeye teşne hikâyeler buluyor. Olup bitenler arasında gezintiye çıkıyor.
İleride yazacağı romanların eskizleriyle de karşılaştığımız metinlerde Márquez, “yaşamın kendisi de bazen kurmacalardan daha şiddetli olabilir” diyor. Aklıselim bir hayat isterken şiddetten, yoksulluktan ve eşitsizliklerden dem vuruyor. Günlük yaşamı ve tarihi eşeledikçe ateşten kılıçlarla karşılaşıyor.
‘KİTAP YAZMAK İNTİHARA EŞDEĞER BİR UĞRAŞTIR’
Kitaba ismini veren ve “Wilma Montesi Öldükten Sonra Dünyayı Geziyor” başlığını taşıyan yazı dizisi ise Márquez’in gazeteciliğinin zirve noktası: Bu metinde öykü var, bilgi var, politikanın kiri pası ve polisiye öğeler var.
Márquez’in gazeteciliği, dedektif misali iz sürmeye dayanıyor; görünenin ardına yoğunlaşan yazar, işin içine edebiyatı katıyor, tarihe başvurup hikâyelerle yol alıyor. Latin Amerika’dan Avrupa’ya uzanırken sözcükler arasında ve sokaklarda gezinip gözlemciliğini konuşturuyor. Yeri geldiğinde vaka çözümlemeleri yapıyor yeri geldiğinde bir olayı öyküleştiriyor: Meşum sessizlikleri, fareleri sokaklarda öldüren susuzluğu, insanları öldüren sıcakları, radyodan tedirgin bir sesle bildiri okuyanları ve o bildiriyi daha büyük bir tedirginlikle dinleyenleri anlatıyor mesela. Sözü daha sonra yazarlara ve yazarlığa getiriyor; kitap kaleme almanın ve bunu bağımsız bir biçimde yapmanın güçlüğünden bahsediyor: “Kitap yazmak intihara eşdeğer bir uğraştır. Faydaları yakın vadede görülmemesine rağmen bunca zaman, bunca emek ve bunca adanmışlık isteyen bir uğraş daha yoktur. Bir kitabı okumayı bitirince yazarın 200 küsur sayfayı yazana kadar ne acılar çektiğine, evdekilere ne çileler çektirdiğine ve karşılığında ne kadar kazandığına kafa yoran pek fazla okur olduğunu sanmam.”
Ryszard Kapuściński, “gazetecilik siniklerin yapabileceği bir iş değil, cesur ve kararlıların mesleği” demişti. Márquez’in yazma ve anlatma cesaretinin yanı sıra hikâyeleştirme ve bağlantılar kurma gücüne rastlıyoruz Yüzyılın Skandalı’nda. Kolombiya ve Küba’da devrimcilerin peşinden giderken ya da patronlara başkaldıran işçilerin yanında saf tutarken yazarın bu gücü ve cesareti enikonu su yüzüne çıkıyor. Aynı şekilde Alfred Nobel’i ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü “akıl sır ermez tercihlere göre verdiğini” söylediği İsveç Akademisi üyelerini eleştirirken de…
Márquez’in metinlerinde pek çok şey bir arada: 1950’lerden 1980’lere kadarki güncel gelişmeler, hatıralar, politik yorumlar, edebiyata dair fikirler, bir meslek ve yazarlığın önemli bir aşaması olarak gazetecilik üzerine düşünceler, aşk, sinema, devrimler ve devrimciler, yaşam öyküleri ve elbette anlatmazsa eksik kalacak hikâyeler… Ardından, sözü yine yazarlık-gerçeklik bağlantısına getiriyor Márquez: “Latin Amerikalı ve Karayipli yazarlar olarak elimizi kalbimize koymamız ve gerçekliğin bizden daha iyi bir yazar olduğunu kabul etmemiz gerek. Kaderimiz, hatta belki de başarımız, elimizden geldiğince gerçekliği tevazu göstererek taklit etmeye çalışmak.”
Kısa roman ve öykü gibi kaleme aldığı metinlerinde Márquez, gazeteciliğin ve yazarlığın tüm inceliklerini gösteriyor okura, ikisinin de hakkını veriyor. Böylece Yüzyılın Skandalı da Márquez’in yazarlık bağlamında bütün hünerlerini sergilediği dolu dolu bir kitaba dönüşüyor.