in ,

Cemile Cereb: HABERSİZ KONUK

Öykü

HABERSİZ KONUK

Duvarlardaki sayısız kurşun delikleri dehşet uyandırıyordu. Buraya gelmeden iki gün önce gerçekleşmişti baskın. Örgüt üyeleri çatışma boyunca direnmişlerdi. Televizyonda izlediğim bu olayın tuttuğum dairenin alt katında olduğu kimin aklına gelirdi? Kapıdaki gizemli mührü, eşyalar yukarı taşınırken gördüm.

Hepsi öldürülmüştü. Yalnızca, kuşatmadan kaçmış olabileceği öne sürülen bir kadın militandan söz ediliyordu. Binada yaşayanlar kapılarının önüne çıkıyor, soru bombardımanına tutuluyordum. Üstelik eşkâlinin bana tıpatıp uyduğunu söylüyordu bazıları.

Zamanla sakinleyen komşular, bana yakın davranmaya, evlerine çağırmaya başladılar. Ben de yaşadığım şoku atlatmaya, öğretmenliğe başlayacağım anı sabırsızlıkla bekliyordum.

Ölümün soğuk nefesini ilk kez duyumsamıyordum aslında. Fakültede öğrenmiştim polis copunun acısını. Kurşun sesleri arasında can havli ile nasıl koştuğumu. Ruhumu ele geçiren korkuları. Her kıpırtı, beklenmedik bir ses, huzursuz olmama yetiyordu.

Lise, eski tabakhaneye giden yolda, genişçe bir alanın ortasındaydı. Birinci dönem bitmek üzere olduğundan idare odasında çalışmam uygun görüldü. Ertesi sabah erkenden uyandım. Belediye otobüsüne bindim. Şehrin rengi soluk, kokusu şerbetliydi.

“Alleben deresi gurursa, insanların da geyfi gaçar ağam!” diyordu şoför. Dilin kendine özgü hiç duymadığım, şaşırtıcı vurguları vardı. Aynı cümleyi bir kez daha, şoförü taklit ederek içimden tekrarladım. Yöresel şiveler çocukluğumdan beri ilgimi çekerdi. Durakta indim. Kadim kentin dar sokaklarında yürümeye başladım. Gün ışığı, avlulardan yükselen ağaçların arasından gözüme giriyordu.

Ayak sesleri, konuşmalar git gide yoğunlaşıyordu… Arkama döndüm. Takip mi ediliyordum yoksa?

O gün öğrenci bilgilerini defterlere işlemekti işim. Fevzi Bey; okulun müdür yardımcılarından, kibar bir insandı. Birbirimizin dilinden anlıyorduk. Sevinmiştim. Öyle ya, ne istediğini bilmeyen huysuz biri de olabilirdi. Okula ısınıyor, öğretmen ve öğrencileri, idare odasına gelen velileri inceleme olanağı buluyordum.

Okula her daim erken gidiyordum. Eski şehrin ara sokaklarına sapar sapmaz içimi bir huzursuzluk sarıyordu. Buna engel olamıyorum. Alana çıkınca rahatladım. Liseye yaklaştığım sırada aniden bir keçi sürüsünün ortasında kaldım. İnanılmazdı. Nereden ne zaman gelmişlerdi?

Çevrem biraz açılmıştı ki bir keçi, başı eğik, gözleri bende, tanıyor gibi… Hay Allah! Ne yapsam acaba dedim… İleri geri gidip gelen hayvan hedefini mi ayarlıyordu ne! Kıvrımlı, güçlü boynuzları vardı tekenin. Kilosunun da hatırı sayılırdı. Çekik gözlerine baktıkça içim nasıl titredi. Çebiç, önce sağ ayağıyla eşeledi toprağı. Kımıldayamadım. Üzerime doğru geliyordu. Tabanları yağla kızım dedim. Bir çırpıda okulun bahçesine attım kendimi. Hizmetli Osman Efendi gülerek seslendi:

“Ne o hocanım keçiden mi gorktun yoksa?”

“Ya, evet ya, hem de nasıl! Kovaladı ama!”

Adam kahkahayı basıverdi. Yukarı çıktım. Yüreğimin çarpıntısı hâlâ devam ediyordu. Odaya girdim. Deri koltukların birine gömüldüm. Öğrencilere maskara olmuştum. Çocuklara şenlik. İyi mi? Keçi görmeyeli ne kadar zaman geçti bilmiyorlardı tabii.

“Askeri Hükümetin polis keçileri! Göründüğünüz gibi masum değilsiniz! Yüreğim ağzıma geldi be! Dedim söylene söylene.

Aradan yarım saat geçtikten sonra Müdür yardımcısı içeri girdi. Orada olduğumu fark etmemişti sanki. Doğruldum.

“Günaydın hocam!” dedim.

“…”

“Hocam! Günaydınlar!”

“…”

Müdür yardımcısı beni duymuyordu. Başıma gelenleri anlatmak, birlikte gülmek için can atıyordum oysa. İşte tam o sırada, bir adam göründü kapıda. Geniş yapılı, kerli ferli, asık yüzlü… Hafifçe öne eğildi. Gülümseyerek;

“Velisiniz herhalde? Buyurun, oturun lütfen! Şimdi gelirler.” dedim.

İçimden bir ses,‘müfettiş olmasın sakın!’ dedi.

Adam başını salladı yalnızca. Tam da kâğıdın daktiloya sıkışacağı tutmuştu. Ayağa kalktım. O anda her taraftan telsiz cızırtıları gelmeye başladı. Fevzi Bey içeri girdi. Elleri titriyordu. Onu ilk kez böyle görüyordum. Bana kaş göz etti. Okul müdürü, yanında resmî görünümlü adamlar sağa sola bakınarak konuşuyorlardı. Polisler, jandarmalar! Neler oluyordu?

Kalabalık, müdür bey ve asık yüzlü adamın arkasından uzaklaşırken Fevzi Beye yaklaştım.

“Bunlar kim?” dedim.

“Vali bey hocanım, Vali bey!”

“Aa! İnanmıyorum!”

“Evet, öyle. Yeni valimiz.”

“Siz! Biliyor muydunuz yoksa?”

“Pek sayılmaz. İsmen biliyordum. İlk kez görüyorum.”

“Peki, şimdi nasıl tanıdınız?”

“Doğrusu tanımadım. Tanımadım da… Yetkili biri olacağını tahmin ettim. Resmi arabaları görünce…”

“Hocam beni uyarsaydınız keşke! Sabahın fecrinde… Kimin aklına gelir?”

“Haklısın. İşinin başındasın zaten. Kim ne diyebilir? Takma kafana!”

Öyle şeyler duymuştum ki… Kimseye güvenemiyordum. Dediklerine göre muhbirlerle kaynıyordu çevremiz. Düne kadar öğrenciler de öğretmenler de sorgusuz sualsiz okuldan alınıp götürülmüşlerdi. Onlardan haber de alınamıyordu üstelik.

“Hocaanım! Yandınız valla!”

Bu ses, matematik öğretmeni Esat Beyindi. Gaziantep ağzıyla konuşurdu. Zayıf ve uzun bir adamdı. Tek düğmeli ceketi ile daha çok bir komedyene benzerdi. Yüzünde yavan bir tebessümle dolanırdı. Sarı uzun dişleri, cebinden çıkmayan elleri, solgun benzi ile üşüdüğünü düşünürdüm.

“Neden?”

“Git gâri, çabuk Vali Beyden özür dileeee!”

“Suç mu işledim niye?”

“Hocaanıım! Şakası yok sürerler seni bilmem nire! Biilah! He mii! Albay emeklisi diyorum! Asker! Ağnadın mı? Gafaları basmaz bunların bi şeye! Yetiş deyim sana! Adını soyadını aldı müdürden! İnanmıyorsan sor! He mi?”

Gözlerimi açarak Fevzi Beye döndüm.

“Hocam nedir bunlar? Yanlış olan ne, anlayamadım?”

“Sen bakma Esat’a yaa! Masa başında örgü mü örüyordun. Bir şey olmaz! Sen ne bakıyorsun hocadan bozma bu herifin dediklerine!”

“Ne haliniz varsa görün! Vallaha benden söylemesi! Bu kadar!”

Daha odadan çıkmamıştı ki müdür girdi. Telaşlıydı.

“Yavrum! Aman, pardon! Hoca hanım! Seni sordu da vali… Kim o, geldiğimde kıçını kaldırmaya tenezzül etmeyen, dedi. Yeni geldiğini, onu henüz tanımadığını söyledim. Hadi çabuk özür dile! Aman ha, gözünü seveyim!”

Kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim.

“Ne diyorsunuz müdür bey! Veli sandım… Kim olduğunu nereden bileyim?” dedim.

“Ya tamam, anladım. Ben acemi bir stajyer olduğunu söyledim. Özür dile de olsun bitsin, hadi uzatma!”

“Ama müdür bey! Hocam! Bunu yapmak istemiyorum. Çalışıyordum ve bu da suç olamaz!”

Müdürün ağır eli kolumdan tuttuğu gibi beni sürükledi.

“Anlamıyor musun? Bunlar asker! Esnek olmalarını bekleme! Sürerler doğuya! Şakası yok!”

Valinin önünü kestik. Müdür kırın mırın etti önce. Sonunda toparlandı bir şekilde.

“Sayın Valim! İşte size anlatmaya çalıştığım yeni öğretmenimiz. İzin verirseniz size söylemek istedikleri var.”

Yüzüme yamadığım tebessümden sonra sadede geldim.

“Vali bey! Okulumuza hoş geldiniz! Ben de yeni geldim. Sizi tanıdığıma sevindim!”

Elim havada kalmıştı. Adam sevgisiz ifadesini değiştirmeden ‘sen de kimsin?’ der gibi başını sallamakla yetindi. Kuvvetli bir zil sesi ile öğrenciler başta olmak üzere her şey ve herkes silkindi. Heyettekiler, önü arkası bayraklı siyah arabalarına binip gittiler. Etrafta kimse kalmamıştı. Sessizliğin ortasında öylece durdum. Hakarete mi uğramıştım? Bana ne yapmışlardı böyle! Onların aklına neden uymuştum.

Bunu hak etmediğimi bilsem de olumsuz duyguların yağmuru altında sırılsıklam beni öylece bırakmalarına izin veren yine bendim. Kendi kendime söz verdim. Bundan sonra dalkavukların tuzağına düşmeyecektim. Ha, peşimden koşan boynuzlu için durum aynı değildi tabii. Ondan hâlâ korkuyorum. Hepimizden masum olsa bile.

TEMMUZ 2014

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

„Çin Seddi’nde maraton koşmak istiyorum!“

Info-Abend zum berufsbegleitenden Studieren am 28. Januar 2022