Yazma sevdama düzen getirmek istiyor, bu konuda yapabileceklerimi merak ediyordum. Ne ki ilham perisini bekleyecek denli sabreden muradına erenlerden değildim.
Kış uykusunda olduğum zamanda neler olmuş! Bizim hikâyelerimize öykü denir olmuş. Hele dedemin bize anlattıkları suya düşüp boğulmuş! Kurmacalar, durum anlatanlar, bilinç akışı tekniği… Tarih, mitoloji, zooloji de önemli… Dil bilgisi çok gerekli.
İlgi duyun duymayın, fotoğrafçılık öğrenmeli. Resim sanatı mı? Aman es geçmeyin! Şiir edebiyatın temeli, deneme de direği… Müziğe kim hayır der? Yontu yapmazsan eğer, inceleyin birader! Roman okuyun! Çin’den, Meksika’dan, Arjantin’den! Mümkünse ödüllü olsun! Aslında popüler olmaması daha iyi… Anadolu’yu yazın, Anadolu’yu! Aslımıza dokunun! Ha unutmadan, bunca önerilere karşın yazdığımız metinler üzerine yorum yapacak kimseyi de bulamıyordum.
Dışarı çıktım. Beynim sulanmıştı. Önümüzdeki cumartesi yapılacak geziyi düşündüm. Sevindim. Yıllar sonra yine buradayım. Babamla gelmiştik. Gençlerin dolup taştığı Lokallerin biriydi… Kakaolu süt içmiştik. Porselendi fincanlar. Sanırım o günden bu yana hiçbir yerde bulamadım o tadı. Üniversiteli kızlar, parkalı delikanlılar… Ellerinde kitaplar, söylemlerinde yinelenen eşitlik kavramı… Ne özenmiştim bir bilseniz!
Atölye arkadaşlarımla buluşmamıza henüz zaman var. Atatürk heykelinin olduğu alana doğru gidiyorum. Meydanı çevreleyen eski binaların görkemini izliyorum. Ruhsuz yapıların yanında direndiklerini görebiliyorum. Hava zemheri. Hareket etmek lazım! Gözlerim anıtın üzerinde dolanan güvercinlere kayıyor.
Tanıdık yüzler yaklaşıyor adım adım. Şecaattin Bey her zamanki gibi ne yapacağını bilmez halde. Başı bir o yanda bir bu yanda. Şaşkın. Bakışları kaçamak… Ceyda görünüyor. Kalın çerçeveli gözlük takmış. Yazmaktan başka her şeyle ilgilenen Elvis Haldun da göründü. Yine kızların canı yanacak anlaşılan.
Ana caddeden yukarı, Sulu Han’a ilerliyoruz. Daha doğrusu ilerleyemiyoruz. Takkeli, yelekli, burkalı, peçeli gölgelere çarpıyoruz. Biraz nargile biraz tütsü kokusu alıyorum. Köy ya da kasabalarına tekerlek takıp gelmişler.
Hanın girişinde sağlı sollu anlamsız bir yığın nesne. İncik boncuk denizinde boğulmamak için tezgâhları hızla geçiyoruz. Fallarda çıkan aydınlığa kavuşuyoruz sonunda. Ahşap merdivenler bizi sade bir köşeye götürüyor. Çaylar gelir gelmez sohbet ısınıyor. Daha sonra sobacılar çarşısına doğru yürüyoruz. Metalik sesler kulağımızı tırmalıyor. Unutulmuş sobalara bakıyoruz merakla. Antika görüntüsü verilmiş birkaç ibrikle, vitrini havalı dükkânlar, yaşlı demir döküm sobalar, bakır süslemeli bardaklarla çaya davet eden delikanlılar… Üzerinde peynir kızarttığımız sobamız geldi gözlerimin önüne. Salonda köşede dururdu… Onu ne yaptılar acaba? Döner dönmez sorayım babama. Adını hatırlar gibiyim. “Vezüv”dü galiba… Bir yanardağın adı…
Yol bitti. Durduk. Öteki Ankara’yı seyrediyoruz. Önümüzde köhnemiş iki katlı büyükçe bir ev var. Hocamız, onunla ilgili geçmiş zaman öyküleri kurgulamamızı öneriyor. Sesli düşünenler de oluyor, içinden geçirenler de. Bense aşka gelip Yunus Emre’den dizeler okuyorum:
Vaktinize hazır olun, ecel vardır, gelir bir gün
Emanettir kuşça canın, issi vardır alır bir gün
Nice bin kere kaçarsan, yedi deryalar geçersen
Pervaz uruben uçarsan, ecel seni bulur bir gün
İşbu meclise gelmeyen, anup nasihat almayan
Elif’ten be’yi bilmeyen, okur kişi olur bir gün
Tutmaz olur tutan eller, çürür şol söyleyen diller
Sevip kazandığın mallar, varislere kalır bir gün
Yunus Emre’m bunu söyler, aşkın deryasını boylar
Şol yüce köşkler, viran olur kalır bir gün
KASIM, 2012
Foto: haber.sol