Orhan Kemal sanat üretimindeki amacını, ‘Halkın, genel olarak insan soyunun müspet bilimler doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası,’ olarak tanımlar. İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat yapılmasını savunduğunu belirttir. Felsefi görüşünü ve bunun eserlerine yansımasını açıklarken toplumcu bir yazarın materyalist bir felsefeye sahip olduğunu imler. Bu materyalizm, metafizikçi yönü de bulunan bir materyalizm değildir, bilimsel materyalizmdir. Bu eksendeki yazarın eserleri de buna uygun olacaktır, kendini böyle ifade eder.
Varlık dergisiyle yaptığı söyleşide sanatın propaganda içerip içermemesi konusunda sorulan bir soruya ise yanıtı nettir, bunu söylerken tiyatro bağlamında duruşunu da belirtir:
“Hangi türden olursa olsun, sanat eserinin, onu yaratan sanatçının fikri aşamasından gelen bir propaganda aracı olmamasına imkân var mı? Toplumcu bir yazarım demiştim. Toplumcu bir yazar da, düzensizliğini yerdiği bir toplumun düzene girmesini istemekle, o toplumu teşkil edenlerden her birinin ekonomik hürlüğünü istiyor demektir. Bu istem, bu isteme karşı olan çıkarcılara, yani mutsuz insanlar mahşeri içinde yalnız kendi mutluluklarını düşünen, ellerine geçirmişlerse bunu kaçırmak, başkalarıyla paylaşmak istemeyenlere karşı olacağından, davranış elbette politiktir ve şüphesiz tiyatro yazarı, eseriyle fikirlerini savunuyordur. Ama bu savunu bir ekonomi, bir sosyoloji, bir bilmem hangi bilim kitabı kuruluğunun bilimsel kesinliğiyle değil, söz sanatının sahneye uygulanmış ve estetik yönü ön plana alınmış, artistik bir savunusu olabilir. Yani sanatçının tutumu eğlendirici olmaktan çok, düşündürücü olmalıdır. Ya da bir başka deyimle, gerekiyorsa, güldürüp ağlatarak düşündürmelidir.”
Sanatın tüm dalları gibi tiyatronun da toplumun eğitimine katkı koyacağını düşünen Orhan Kemal sanatını bu yönde kullanır. Toplumda var olan düzensizliklerin nedenlerini, niçinlerini oyunlarında gözler önüne serer. Ona göre bir tiyatro oyunu ciltler dolusu ekonomi, sosyoloji ve psikoloji kitaplarının kolay kolay öğretemeyeceklerini öğreten bir anlatım aracıdır.
Oyunlarında topluma iletmek istediği bildiriden daha çok sanatçının kendisini önemser. Toplumcu bir yazar olduğunu özellikle vurgular, bireyin mutluluk ya da mutsuzluğunun kaynağını toplumsal düzende görür. Buradan güç alarak ilerler, hikâye, roman ve oyun yazmak için esin kaynaklarının kökleri buralardadır. Mevcut toplumsal düzen, diğer ülkelerdeki gibi bu ülkede de bozuktur, insanları mutlu etmekten çok uzaktır, bu bağlamda sanat yapar, halkın bu bozuk düzeni düzeltmek için çaba göstermesini ister, sanatında bunu amaç edinir.
Toplumsal çelişkileri, küçük adamları merkeze alan Orhan Kemal hikâye ve romanlarında çok iyi bildiği, tanıdığı insanları anlatır. Konuştuğu, birlikte sigara içtiği, sırtını sıvazladığı insanlardan öykü, roman karakterleri yaratır, kendine bu denli yakın insanları inceler, araştırır, derinlemesine, iyi tanıdığı için bunlar üzerinden insan ruhunun derinliklerine girmek daha kolaydır. Niçin hep işçi ve köylüleri anlatıyorsunuz, zenginleri de anlatsanız sanatınız değer mi kaybeder diye sorulduğunda bunun bir inat olmadığını belirtir. Ancak en iyi bildiği şeyi yazma taraftarıdır, bu karakterler, çocukluğundan beri içine iyice işlemiştir. Bunların yanında halli vakitli kişileri de anlattığını söyler. En bilinenlerden birisi de ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ adlı romanındaki Muzaffer beydir. Böylesi karakterleri iyi tanımadığını, bildiği kadar anlattığını belirtir, keşke daha iyi tanısam da onları daha çok anlatsam diye de ekler.
Orhan Kemal toplumsal geçekçi çizgisiyle sınıfsal ayrımları derinden işler, Çukurova’nın acımasız ağaların, marabaların ve diğer sosyal katmanlardaki insanların ilişkilerini de anlatır, yaşadığı toplumdan bağımsız olmak, ona bağımlı olmamak olanaksızdır, böyle söyler, gördüğü, yaşadığı birebir ilişkiler onun anlatı evrenini oluşturur.
Sosyal endişe ile sanatsal endişeyi birlikte duyumsar, ikisi bir bütünün parçalarıdır; sanatsal, estetik kaygıları gelişkin olduğu için sanat değeri olmayan bir yapıt toplumsaldır diye ona göre değerli değildir. Sanatçının öze en iyi, en uygun biçimi vermesi gerektiğini belirtir, bu onun esas problemidir. Öz mü yoksa biçim mi öncelikli diye sorulduğunda bunları birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak gördüğünü belirtir, ama konu daha önemlidir. Biçim özü değil, öz biçimi tayin etmelidir, böyle söyler. Terzi örneğinden yola çıkar, terzi, elbiseyi rastgele yapmayandır, beden ölçüsünü aldıktan sonra kumaşı kesip biçendir. Eserleri üzerlerinde kılı kırk yararak çalıştığını ifade eden Orhan Kemal bunların çoğunda özle biçimi ayırmadığını belirtikten sonra şöyle der:
“Böyle olduğu halde, sevdiğim dostlarımdan bazıları beni özle biçimi ayrı ayrı şeyler gibi gören, daha çok öze önem veren bir yazar gibi göstermek istiyorlar. Yarına kalmanın, kalabilmenin sırrını kesinlikle bulmuş değilim. Öz ve biçim üzerine yazılar yazdım. Bu yazılar genel düşüncelerim olmaktan çok, çağımızdan önceki çağlarda yaşayıp geçmiş sanatçılardan, bize bıraktıkları eserlerden bugüne kalmış, kalabilmiş olanların kalabilme nedenlerini eşelemek oldu. […] Biçimden çok özü görmemek mümkün mü? Ama bu demek değildir ki, yarına kalmanın bilimsel formülü yalnız öze önem vermektir. Hayır. Ben de, dünden bugüne kalanlar da, her sanatçı, hepimiz istesek de özü biçimden ayıramayız. Öz, biçim birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Her sanatçı, gücü kadar bu işe kendini verir. Ben de öyleyim.”
Sanatsal üretimlerinde halkın hayat gerçeğini gösterip onun sosyal mücadelelerini destekleyici bir hat izlerken bunun karşılığında pek bir şey beklemez, bunu görev edindiğini belirtir. Böyle olmayan sanatçılar ona göre halka sırtını dönmüş, çalakalem yazan kişilerdir. Bu tür anlayış, sanatı bir eğlence, hoşça vakit geçirme aracı olarak görenlere aittir. Ülkedeki sanatçıların haline baktığında bu tiplerin çoğunlukta olduğunu imler, asıl sanatı yapan sanatçı sayısı çok azdır. Bu noktada ‘Ben halkımı, köylümü, bütün köylüleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım,’ der, halkının dertlerini dert edinir, zaten onlar gibi yaşayan biridir, halk adamıdır. Bir takım nedenlerden dolayı geri, bilgisiz, görgüsüz kalmış insanlar, imkânlara kavuştukları zaman değişip gelişecekler, ileriliği benimseyeceklerdir, buna inanır, sanatını bu yönde geliştirmek ister:
“Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazar için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak.. Eskimemek için.. Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek gerekmektedir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamım günü gününe sürer gider. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu ara halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler.”
Seçtiği konuların kaynağı halk olsa da tam karşılığı bu değildir, bazen halkla ilişkisi hiç olmayan fantezi konuları da işlediği olur. Konularını seçmedeki amacını, niçin işleyeceğini, insanlara ne vermek istediğini önce kendine sorar, her ne olursa olsun, konularının asıl kaynağında insan vardır, bu şekilde ifade eder.
Bu tarzda insanı esas aldığı romanlarında iyimserlik hâkimdir, bunun nedeni halkı yakından, çok iyi tanımaktan geçtiğidir, böyle söyler. Ötesi kendini halkın bir parçası olarak görür, halkı yakından biliyordur, en kötü insanda bile iyi bir yan vardır. En kötü insanı da içinde yaşadığı toplum yaratıyordur, bu yüzden mevcut toplum değil, ama gelecekteki toplum düzene girecek, böylesi bir toplumun insanları da daha mutlu olacaktır, buna inanır.
Toplumda gadre uğramış insanların iyimserliğe ihtiyaçları olduğunu, ama işin bununla kalmadığını belirtir. Çünkü ona göre iyimserlik uydurma bir şey değildir, yaşamının içinde, insanların tabiatlarındadır. Bunları dikkate almadan uyduran yazarlara hak vermez. Yazarın bir amacı olması gerektiğini belirtir, bu ise halkın yararına dönük olmalıdır.
Anlattığı hikâyelerinde yaşanmışlıkların yanında kurgusal olanlar da vardır, ama tüm bunlar hayatın içinden gelen gerçekten olabilecek konulardır, yani asıl olan yaşanmış olması değil, olabilmesidir. Gerçeği anlatırken elbette ki kendi süzgecinden geçirdiği için kendince ayıklar, düzenler, seçer, anlattıkları çıplak gerçeğin fotoğrafı değildir, zaten bu mümkün değildir. Tamamen gerçeğe sadık kaldığını, yani nesnel olduğunu söyleyenler yanılıyorlardır, sanatsal üretimde bir şekilde öznellik vardır.
Gerçeğin peşinden gidip gerçekçi bir şekilde anlatmak o kadar kolay değildir, bunu Orhan Kemal bir yanıyla çok kaypak bir kavram olarak ifade eder. Sanatçının dışında, yani onun bilinci dışında, bilincine bağlı olmayan gerçeğin tıpatıp fotoğrafını çekip okurlara göstermeyi de bir çeşit gerçekçilik sayanlar olduğunu, buna naturalizm dendiğini söyledikten sonra sanatsal üretimin esas can alıcı yönünü ekler:
“Şuna benzer: Olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak, başka bir deyimle, doktorun hastasındaki hastalığı görmekle yetinmesi gibi bir şey. Benim andığım gerçekçilik yalnızca bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp ‘olmuş mu?’ ile birlikte ‘olabilir mi?’nin karşılığını verebilmeli. Bununla da kalmamalı, ‘nasıl olmalı?’ ya da karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyacısı değil, kendinden bir şeyler katan bileşimci olmalıdır. Bilmem anlatabildim mi? […]
Romancının yalnızca realitenin bir fotoğrafik görünüşünü aksettirişi kâfi gelmez. Romancının bu felsefi görüşe rağmen, konu üzerinde, yani vermek istediği realite üzerinde etkin bir rolü vardır. Yine buna, bu görüşe göre bilinç, sadece mihaniki bir surette realiteyi aksettirmekle kalmaz, onu işler, tahlil ve terkip eder.”
Gerçek ve gerçekçilik yanında romanda anlatılan karakterlerin niteliği de ona göre çok önemlidir. Sanatçı kendini yazdığı gibi başkalarını da yazandır. Bu karakterler üzerinden toplumu anlatırken kötü örneklerin öne çıkarılması, hep bu tipler üzerinden olayların anlatılması okurda kötü duygular biriktirecektir, bu yüzden sırf bunların anlatılmasını yanlış bulur. Aksi durumda toplumun hep kötü olduğu duygusu verilecektir, oysa roman insanda iyi etkiler bırakmalıdır, böyle ifade eder.
Orhan Kemal anlatım tekniklerini de çok önemser, daha çok diyaloglarla anlatır. Buna fazla önem verişi tesadüfi değildir, bu yöntemle istediğini en iyi şekilde anlattığını düşünür. Uzun uzun ruh tahlilleri yapmaya kalkışmadığını, diyalogun diyalektiği ile bu işi başarmanın çok daha doğal olacağı kanısında olduğunu söyler. Bol diyaloglarla derinlere inerek ruh tahlilleri yapmak ister, ama fazlalık olmamalı, üç beş konuşma sayfalar dolusu açıklamanın yerini tutmalıdır. Diyaloglar sıkıca birbirine bağlı olmalıdır, sıralanan konuşmalar karakterlerin ruh hallerini tahlil etmelidir. Her insanın konuşma şekli onun statüsünü, kültürel sınırlarını bir şekilde verdiği için diyaloglar buna uygun olmalıdır. Cahil bir insan filozofça konuşturulmamalıdır. Bu şekilde konuşsa bile bu ifade şekli bir aydın gibi olmamalı, kendine özgü olmalıdır. Tüm bunlarda doz kaçırılmamalı, iyi tayin edilmelidir, böyle sıralar.
Diyalog kullanım ustası Orhan Kemal yarattığı karakterleri konuşma şekilleriyle, şiveleriyle de betimler, bunu yaparken şiveyi bir mecburiyet sayar. Anlatılanlar diyalog ağırlıklı olunca sinema ya da tiyatro tekniğini kullandığını söyler. Yani yazar olarak aradan çıkar, okuyucuyu roman kahramanlarıyla, anlattığı şeylerle baş başa bırakır. Bu tekniğin zor olduğunu, dozu kaçırılırsa başarı ümidinin azaldığını da ekler. Karakterleri iyi bilmek, biraz onlar gibi olmak gerektiğini de belirtir, bazen bir kelime bile önemlidir. Şive öykünmesi bağlamında yazarın konumuna dikkat çeker:
“Şive öykünmesini yazarın kendisi yapmıyor, kişileri yapıyor. Yazar bu davranışıyla, ‘Ey ayrı şiveleri konuşan insanlar! Yanlış konuşuyorsunuz. Doğrusu benim verdiğim örnektir. Benim gibi konuşun,’ demek istiyor. Yazarın konuşmasına gelince.. Kişilerin konuşması dışında, en doğru, en ileri bir dille yazacak, konuşacaktır. Aksi halde, kişiler arasındaki özellik kaybolur. Bütün kişiler aynı dille, yazarın gelişmiş diliyle konuşur ki, bu yalan olur. İnandırıcı olmaz.”
Bu tehlikeyi bertaraf etmek için karakterlerin konuşmalarına müdahale etmediğini söyler, onlara karışmaz, yanlışlarını düzeltmez, bu tarzın daha inandırıcı olacağını düşünür.
Öze en uygun biçimi bulmak, karakterlerin sosyal durumlarıyla birlikte, dil özelliklerine de dikkat etmek gerektiğini şart koşar. Her devrin insanının, yaşadığı devir ve şartların damgasını belirtecek şekilde konuştuğunu belirtir. İnsanlarımız günün birinde şive farklarından sıyrılıp ideal Türkçe ile konuşacaklar diye böyle konuştuklarını farz edemem, der, mevcut durumdaki insanın konuşma şekline göre anlatır.
Bu tarz anlatımda yazarın elbette ki dilini işleyeceğini, ona en iyi biçimi vermeye çalışacağını, bunları göz ardı etmemesi gerektiğini belirtir. Tüm bunlar, karakterlerin bozuk düzen deyişlerini düzeltmek anlamına gelmez, onlar diyaloglar dışında dilinin en doğru ve en güzel örneğini vereceklerdir. Böyle hareket eden yazarın, dilin hem bugünkü durumunu göstermiş olacağını, hem de nasıl olması gerektiğinin cevabını vereceğini söyler. Orhan Kemal’e göre şive taklidi mutlaka yapılmalıdır. Bununla ifadenin güçleneceğini, ötesi yazarın anlattığı insanları gerçekten tanıdığı hissini uyandıracağını da söyler.
Dilin söz sanatlarının baş aracı olduğunu belirten Orhan Kemal, yüzyıllar boyu çeşitli kültürlerin etkisi nedeniyle yabancı sözcük ve kurallarla boğulmuş Türk dilini arıtıp durultmak gerektiğini görev bilir, bunun öncelikle sanatçının ödevi olduğunu imler. Dilimizin durulmasını, oyun yazarlarının da bunun üzerinde ciddi ciddi durmaları gerektiğini ekler. Hikâye ve romanlarında olduğunca, tiyatro oyunlarında da rahatça anlaşılmadan yana olduğunu ifade eder. Kökü Türkçe olan ve halk tarafından kolaylıkla anlaşılan kelimelerden üretilmiş yeni kelime ve deyimleri kullanmakta sakınca görmez.
Dile bu denli özen gösteren Orhan Kemal, ulusal sanatın bir milletin mahalli renklerini, havasını veren sanat olduğunu söyler. Her milletin kendine özgü, öteki milletlerden ayrı bir havası olduğunu, ulusal sanatın bu ayrı, bu kendine özgü havayı temsil ettiğini belirtir. Evrensel olabilmek için önce ulusal olmak gerektiğine inanır.
Kaynak: Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi; Nurer Uğurlu