Türkiye sağının yolsuzluk sicili bir hayli kabarık hatta yolsuzluğun Türkiye sağında bir gelenek halini aldığını söylesek yanılmış olmayız. Hiç kuşkusuz neoliberalizmle birlikte yolsuzluğun kaçınılmaz bir durum olarak normalleştirilmesiyle özelleştirme ve serbestleştirme politikaları hayata geçirilirken yolsuzluğun sistematikleştiği gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Unutulmayan yolsuzluklar denildiğinde bir yandan Türkiye’nin ilk kadın başbakanı olması sebebiyle parlatılan bir yandan da tartışmalı mal varlığıyla, başbakanlığı dönemindeki rüşvet ve yolsuzluk dosyalarıyla hafızalarda yer alan Tansu Çiller’i ve başbakanlığı döneminden önce eşi Özer Uçuran Çiller’in genel başkanı olduğu İstanbul Bankası yolsuzluğunu anmamak olmaz.
En güçlü döneminde 112 şubeye ulaşan İstanbul Bankası 1953 yılında kurulmuştur. Mete Hasoğlu’nun sahibi olduğu İstanbul Bankasının Genel Müdürü ve murahhas üyesi Özer Çiller’di. 24 Ocak kararlarıyla ekonomide bir dizi serbestleşme kararının uygulanmaya başlanması ve 1980 darbesinden sonra banka faizlerinin de serbest bırakılmasıyla başlayan bankalar arası faiz yarışı, Türkiye mali sisteminde o güne dek kullanılmayan birtakım mali araçların kullanılmaya başlanmasına yol açtı. Söz konusu bu mali araçlardan en ünlüsü hamiline yazılı mevduat sertifikasıydı. Değişen mali sistemin herhangi bir yasal çerçevesinin bulunmaması ve bu mevduat sertifikalarının sayıları binin üzerine çıkan bankerler tarafından pazarlanmaya başlanması, bankerler krizi olarak bilinen krize sebep olan bankaların bankerler aracılığıyla mevduat sertifikası satışına son verdikleri karara kadar devam etti. Bankerler yüzde 15’lere varan faizle halkın parasını toplarken İstanbul Bankası da bu dönemde bankerlerle işbirliğine girerek büyük miktarda para toplamıştır. İstanbul Bankasının halka yaptığı vurgunun şiddeti o denli büyüktü ki bu bankerlerin en ünlüsü olan Banker Kastelli olarak hafızalara yer eden Abidin Cevher Özden’in yurtdışına kaçmasının ardından İstanbul Bankası da batmıştır.
Çiller çiftinin 1994 yılında ortaya çıkan malvarlığı büyük bir tartışma konusu yarattı. Tansu Çiller’in başbakanlığa aday olduğu 1993 yılında mal beyanında yer almayan ABD’de bulunan gayrimenkullerin kaynağı olarak İstanbul Bankası gösterilmiştir. Özer Çiller, İstanbul Bankasına ait paraların büyük bir kısmını Çiller ailesinin ortağı olduğu şirketlere usulsüz ve kanunsuz bir şekilde aktarmıştır. Bu şirketlerden ilki MARSAN Holdingtir. Sermayesinin yüzde 79,7’si Tansu Çiller’e, yüzde 10’u ise İsmet Uçuran’a ait olan MARSAN Holding, bizzat Çiller ailesinin açıkladığı üzere Amerika Birleşik Devletlerindeki milyonlarca dolarlık gayrimenkullerinin sahibidir. Özer Çiller’in kredi açtığı diğer şirket MARHAS’tır ve bu şirketin yüzde 48,9’u MARSAN (yani Çiller ailesine), yüzde 51’i de Has AŞ’ye aittir. Kanunsuzca kredi verilen diğer iki şirketten MARMİN’de MARSAN’ın payı yüzde 18, BMT’de MARSAN’ın payı yüzde 35’tir. Kanunsuz ve usulsüz olarak bizzat Özer Çiller tarafından verilen tüm bu kredilerle İstanbul Bankasının toplamış olduğu mevduat, Çiller ve Has ailelerinin şirketlerine aktarılırken Kastelli’ye aktarılan karşılıksız mevduat sertifikalarının da etkisiyle banka kaynakları kurumuş ve İstanbul Bankası 1983 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Ziraat Bankasına devredilmiştir. Usulsüz krediler ve yasadışı sermaye artırımıyla bankayı o zamanın parasıyla milyarlarca dolar zarara uğratan Çiller ailesi servetlerine servet katarken bankanın batışından sorumlu tutulanlardan biri olan Özer Çiller hakkındaki iflas istemi reddedildi. Sonuçta batan bankanın borçlarını halk ödedi. Tansu Çiller de başbakan oldu.
1985 yılında başlayan İstanbul Bankası yolsuzluğu davasında hala bir sonuç alınamazken gerek yargılama sürecinde Özal hükümetinin banka yöneticilerini koruması, gerek Erbakan’ın koalisyon ortağı Tansu Çiller’in malvarlığı hakkında Refah Partisinin verdiği soru önergelerini geri çekmesi ve yolsuzluk dosyalarını aklaması unutulmamalı.
Yolsuzlukla mücadele sloganıyla iktidara gelen AKP’nin iktidarlığında karşı karşıya kaldığımız derin kriz ve yolsuzluklar Türkiye’de sağın yolsuzlukla kurduğu pratik ilişkisinin yalnızca son 20 yıllık kısmını kapsamaktadır. Neoliberal talanın, rantın, sağ iktidarların sermayeyle ilişkisinin AKP öncesi dönemde başladığı hatırlanmalıdır. 1980’lerde Özal döneminde yaşanan ya da özellikle 1990’lara damgasını vuran neoliberal dönüşümle orantılı bir şekilde artan yolsuzluk sarmalını ele alırken yolsuzluğun sebebini kişilere indirgeyerek mevcut sistemin yolsuzluklardaki rolünü görmezden gelerek tartışmak hatalı olacaktır. İktidarların sermaye yanlısı politikaları düşünüldüğünde yolsuzluğun kapitalizmin sınırları içerisinde çözülmesinin mümkün olmadığı anlaşılır hale gelmektedir.