Almanya’da 26 Eylül’de yapılan federal parlamento seçimlerinde Die Linke’nin (Sol Parti) oyları neredeyse yarı yarıya düştü. Sol Parti parlamentoya dolaylı yoldan girse de yüzde 5’lik seçim barajını geçemedi.
2007-2008 finans krizi sonrasındaki oyları Almanya genelinde yüzde 11,9’a (5.15 milyon) yükselmiş bir sol partinin bu yenilgisi kuşkusuz düşündürücü. Ancak altını çizmek gerek: Die Linke’nin oylarının düşmesi solun da sınıf siyasetinin de geriye çekildiği anlamına gelmiyor.
Parti seçim kampanyasında “sosyal adalet”, “iklim adaleti” “servet vergisi”, “silah ihracatının durdurulması” gibi pek çok haklı talebi öne çıkardı. Ancak bunların birer mücadele başlığı mertebesine yükselmediği, diğer bir anlatımla sınıf mücadelesinin saflarından kaynaklanmadığı belliydi. Tersi durum söz konusu olduğunda kazanımlar elde edilebileceğinin net göstergesi, yüzde 56,4’lük başarıyla emekçiler lehine sonuçlanan Berlin’deki kamulaştırma referandumuydu. 3000’den fazla konutu bulunan -Deutsche Wohnen vb. – emlak şirketlerinin mülkiyetindeki konutların kamulaştırılması için yapılan referandumda “Evet”e verilen oy, federal parlamento seçimleri için aynı kentte Die Linke’ye çıkan oyların tam dört katı oldu.
PANDEMİNİN ETKİLERİ
2020’de Almanların korkularını inceleyen ve geçtiğimiz senenin eylül ayında yayımlanan bir ankette, katılımcıların çoğunluğu “dünyayı daha tehlikeli ve istikrarsız hale getiren”eski ABD Başkanı Donald Trump’tan korktuğunu belirtmişti. Anketteki verilerden elbette başka pek çok sonuç çıkarılabilir. Ama bu veriler, siyasetin gündelik deneyimlerle ilişkilendirilmesinin (bu ilişki, düzen siyasetince aşağıdan yukarıya doğru kurulamayacağı için) pek çok kişiyi tedirgin edebileceğini, siyasal yıkım ve istikrarsızlığın o gün için acil bir mesele olan sağlık krizinden daha büyük bir tehlike olarak anlaşılabileceğini gösteriyor. Medyanın kitleleri etkileme gücünü aklımızdan çıkarmadan, coğrafi farklılığa ve pandemiye rağmen Almanlar ilk olarak Trump’tan korku duydularsa onu çözüm olarak sunan siyasal yapının da yol açabileceklerinden endişeleniyor olmalılar. Çünkü herkesin bildiği üzere siyasetin merkezinin eridiği ya da istikrarsızlıklar ve krizler nedeniyle ortalamadan sapma eğiliminin yükseldiği dönemlerde genellikle şu iki seçenek öne çıkmaya başlar: Kitleler ya ortalama olana daha sıkı sarılır; ya da ortalamayı yeniden tanımlayan alternatif siyasal hatlara doğru kayar. Baraj altı kaldığı için “Diğer Partiler” kategorisinde yer alan siyasi partilere verilen oyların 1961’den bu yana en yüksek orana (%8,7) ulaşmış olması, bu seçimlerde ilk eğilimin baskın çıkmakla birlikte ikinci eğilimin görünür şekilde güçlendiğini gösteriyor.
Seçim yarışı başlamadan kısa süre önce Almanya’da özellikle Hıristiyan Demokratlar (CDU/CSU) tonlu merkez siyaseti eriten birkaç gelişme mevcuttu. Sayısı gittikçe artan CDU/CSU milletvekilinin maske satışından çıkar sağladığı iddiası, ismi pek çok yolsuzluk skandalına karışan ve Azerbaycan’da lobicilik faaliyetleri yürüttüğü iddia edilen CDU milletvekili Karin Strenz’in şüpheli ölümü, bazı hastane ve sağlık kuruluşlarının kapandığı söylentileri, silah satışı askıya alınmış olmasına rağmen S. Arabistan’a cephane gönderilmesi vb. skandallar kitlelerde özellikle CDU/CSU seçmen çevrelerinde tepkilere yol açtı. Partinin oy kaybı o derece arttı ki mevcut duruma sel felaketi de eklenince üçlü koalisyon seçeneği gündeme yeniden girdi. Ama CDU seçmenindeki bu kayma şöyle garip bir durum da yarattı; üçlü koalisyona hristiyan birliği de dahil hiçbir partinin seçmeni sıcak bakmıyor. Buna rağmen, kitleler hiçbir partiye tek başına başka bir partiyle koalisyona girecek kadar güvenemiyor. Bu yüzden seçim sonuçları bir yandan büyük seçmen kitlelerinin düzene bağlılık yemini olarak okunamaz. Diğer yandan merkez siyasete karşı büyük bir güvensizlik var olmakla birlikte siyasal alternatifsizlik baskın çıkmaktadır.
Kitlelerin düzen dışına çıkma eğilimi ise yine bizzat düzenin temsilcileri tarafından fazla abartılmıştır. Bu abartının akla gelen ilk açıklamalarından biri pandemi olsa gerek. Neticede 2020’de yapılan korku araştırmasının 2021’deki sonuçlarına bakıldığında katılımcıların aklını pandemi kaynaklı ekonomik sıkıntılar meşgul ediyormuş gibi görünüyor. “Hayatın pahalılaşması”, “yoksullara yapılan devlet yardımlarının azaltılması”, “borçlanma”, Almanların en çok korktuğu ilk üç sorun başlığı haline gelmiş durumda. Peki ya buradaki mesele (tıpkı Trump örneğinde olduğu gibi) kişi ya da olayın kendisine ilişkin değil de, onun bu hale gelmesine yol açan yapıya ilişkin ise?
Düzen güçleri pandemi sürecindeki ikircikli tutumlarının yarattığı tehlikeyi erken fark etmiş olacak ki, işlerini garantiye alabilmek için baştan itibaren alternatiflerin önünü kesmeye çalıştı. Bunu yapabilmek için de öncelikle sol karşıtı bir propagandaya girişti. Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) öncülüğünde “sola kayışı önleme” (Alm. linksruthsch verhindern) hareketi yeniden diriltilerek sağ, liberal ve muhafazakâr çevrelerde “Almanya sola kayıyor” algısını destekleyici haberler tekrar tekrar servis edildi. Burada “sola kayış”tan anlaşılması gereken elbette tek başına Die Linke iktidarı değil, Yeşiller ve SPD’nin de dâhil olduğu daha geniş bir koalisyon ihtimaliydi. Fakat bugün iki parti de oylarını artırmış olmasına rağmen soldan bahsedilmiyor. Bunun ironik bir şekilde solun yararına olduğu söylenebilir. Çünkü her şeyden önce şöyle bir gerçek var: siyasal hayatın olağan akışı ve pandeminin olağandışılığı arasındaki çelişki yapay yollarla bastırılamaz. Almanya’nın siyasal sistemi, hükümetteki partiler değişse bile olağan akışını devam ettirmeye çalışacak. Ama bunun yükü hükümette yer alacak tüm partiler için ağır olacaktır. Pandemi ile birlikte yıkıcı etkisi artan ekonomik kriz, virüs bahane edilerek geciktirilemez.
Pandemi elbette pek çok düzen partisinin sloganlarını ve politikalarını gözden geçirmesine yol açtı. Ama söz konusu partilerin hala bu kadar çok oy alabiliyor olmalarını, insanların düzen olarak anladıkları her neyse ona kendi seslerini duyurmaya çalıştıkları şeklinde okumak mümkün. Yalnız böyle bir okuma çok önemli bir meseleyi göz ardı etmiş olacaktır.
Die Linke’nin pandeminin getirdiği yıkımı siyasallaştıramamış olması ancak stratejisizlik ve örgütsel bir gevşeklikle açıklanabilir. Elbette, solun parlamento dışındaki diğer kesimleri gibi Die Linke de özellikle yerellerde kendine özgü bir siyaset yapmayı denedi. Ancak bunu tutarlı bir hat üzerinde gerçekleştiremedi. Böyle bir hat, ancak antifaşist mücadeledeki dinamizmin emekçilerin örgütlenmesine ve sınıf mücadelesine taşınmasıyla kurulabilir. Öbür türlü, sandıkta olduğu gibi mücadelenin başka alanlarında da bir çıkış yolu yaratılamaz. Son yılların en çok ses getiren sol/antifaşist eylemine bakalım: 5 milyon AfD bildirisini ve toplam 72 tonluk kampanya malzemesini ırkçı AfD’nin hesabına sipariş edip seçim sonuna kadar bir depoda saklayan “medya gerillaları” tüm bu malzemeleri önceki günlerde geri dönüşüm merkezlerine götürüp çöpe attı. 70 farklı aktivist sanatçıdan oluşan ZfPS (Siyaseti Güzelleştirme Merkezi) bu eylemle faşistlerin seçimlerde düşünce özgürlüğü kapsamında propaganda yapmasına engel olmak istediklerini belirtiyor. Unutmamak gerekir ki, yüz binlerce seçmen sol gerçekçi bir alternatif üretemediği için AfD’ye oy veriyor. Seçim bildirilerini veya pankartlarını okuyup ikna olduğu için değil!
Üzerine düşülmüş ve doğru formüle edilmiş mücadele başlıklarının yalnızca politik değil coğrafi olarak da ölçeklendirilmesi gerekir. Die Linke, örneğin sağcı AfD’nin kalesi haline gelen, zamanında Doğu Almanya eyaletlerinden olan Sachsen ve Mecklenburg-Vorpommern’da ülke ortalamasına göre düşük maaş alan sağlık çalışanlarıyla, başta Amazon lojistik merkezleri olmak üzere Kuzey Ren-Vestfalya eyaletindeki nakliye ve depo işçileriyle kitle çalışması yapabilirdi. Fakat bu denenmedi, eyaletlerin yerellerinde oy vermesi beklenen kitleler ile parti organları ve üyeleri kalibre edilmedi. FDP bile coğrafi etkenleri dikkate alarak toplu ulaşımın pahalı ve çalışma, yaşama alanları arasındaki mesafenin yüksek olduğu yerlerde daha sert tonlarla otoban ve karbonmonoksit yandaşlığında bulundu. Sağ bir parti olmasına rağmen kendisini “merkez” ve “orta” gibi kavramlarla pazarlayan bu parti, kamulaştırma referandumuna karşı en ön safta yürüttüğü karalama kampanyaları sayesinde başkentte de oylarını artırmayı başardı.
Siyasetin merkezinde yaşanan skandalların sadece gündemde tutulması bile Die Linke’nin oylarını artırmasına yardımcı olabilirdi. Böylesi basit bir edimi bile yapabilecek kabiliyeti bulamadığı zaman, söylemlerini doğal olarak pankart üzerinde yazan afaki sözler olmaktan çıkartıp gündem yaratabilecek kitlesel taleplere dönüştüremedi.
TOPLUMSALLAŞMA YOLLARI
Berlin’in “Deutsche Wohnen ve benzeri emlak şirketleri kamulaştırılsın” sloganı ile başlatılan kitlesel kampanya deneyimi, sınıf tavrı içeren bir sloganın, ancak doğru planlanabilirse ve etkin kitle çalışması yapılılırsa toplumsal bir harekete dönüştürülebileceğini göstermesi açısından son derece önemlidir. Die Linke’nin seçim yenilgisi ise, Almanya’da her şeyden önce gerçekçi bir sol çıkış imkanını tartışmak ve ortak bir tavır almak üzere daha fazla kadronun bir araya gelmesi gerektiğini göstermiştir.
Önümüzdeki haftalarda başta Berlin olmak üzere pek çok kentte “Die Linke neden kaybetti?” türünden toplantılar yapılacak. Bu toplantıların olabildiğince yaygın ve zaten örgütlü olan sosyalist-komünist çevrelerin dışına, yani Die Linke’nin geniş seçmen kitlelerine taşınması gerekiyor.
Seçim akşamı hâlihazırda federal parlamentoda bulunan partilerin liderleriyle yapılan canlı yayında, ön sonuçlardan çıkan tablo “ortanın zaferi, aşırı uçların yenilgisi” şeklinde özetlendi. Söz konusu kategorizasyonun Avrupa’daki başka sol partilerin seçim yenilgilerinden sonra da gündeme getirildiği unutulmamalı. Bu noktada ana akım medyanın gelecek günlerde konuyu uzlaşmacı çizgi izleyen bir sol partinin yenilgisi olarak değil, “solun yenilgisi” olarak yansıtacağı açık. Solun parçalılığı düşünüldüğünde meseleye ortak bir strateji ile karşı çıkılamayacağı ve sonuçların pek çok emekçide umutsuzluğa yol açabileceği tahmin edilebilir.
Die Linke parlamentodaki görünürlüğü azalmış, baraj altı kalmış olsa da pek çok belediyede hala hatırı sayılır bir yer tutuyor. Ayrıca baştan itibaren Berlin’deki kamulaştırma mücadelesinin aktif bir unsuru olarak hareket etmiş olması ona Almanya genelinden farklı olarak yeni seçmenler de kazandırdı. Buna rağmen eğer parti içinde kuvvetli bir değişime yol açabilecek bir dönüşüm sağlanmazsa, ilerleyen senelerde yerellerdeki mevcut potansiyelini de kaybedeceği öngörülebilir. Bu durumda vakit kaybetmeden solun kendi öz birikimini esas alan reel çıkış arayışlarına odaklanması gerekir.