Çocukluğumun en güzel zamanlarıydı yaz günleri. Büyük babam ve büyükannemle olmak için iple çekerdim tatili. Sahili güzeldi Balıklı Ovanın. Ama köyü de bir o kadar güzeldi. Tek tük evler vardı o zamanlar. Erhan dedem veterinerdi ama orada kimseden almazdı ücret. Köylüyü ziyaret eder, hayvanlar ve beslenmeleri hakkında onları bilgilendirirdi. Günler geçip giderken koskoca bir aileyle yaşar olduk. Babaannem beni öğle uykusuna yatırmak ister bense dedemle gezmeyi ve her gün hayata dair bir şeyler öğrenmeyi tercih ederdim.
İhtiyar delikanlı İstanbul’da da öyleymiş. Anlatırlar; Gece yarısı bile olsa çağrıldığı yere gider insan olsun hayvan olsun elinden geleni yaparmış. Büyükannem de eşini hep desteklemiş. Kızmazmış almadığı ücretler için. Takdir edermiş onu. Gurur duyarmış davranışlarından. Zamansız bile çağrılsa koşar çantasını verirmiş eline. Sabaha doğru eve geldiğinde o an onun yorgunluğunu gidermek için ihtiyacı olan huzuru sağlarmış. Dırdırları, alıp veremedikleri, hırsları olmayan bu insanları sevmemek imkânsızdı neredeyse.
Çeşmeden dereden su taşınırdı o dönemler. Benim de kovanın bir ucundan tutmama izin verilirdi. Balık tutmak, akşamında upuzun bir masada yöre insanlarıyla yemek yemenin keyfini çıkarırdım. Bahçe kapısı daima açık olur, kim o gün ne yaptı ise donatırlardı. Tepelere doğru yaptığımız her gezintide bitkilerle ilgili yepyeni şeyler öğrenirdim.
Garibin Yeri üç ağacın arasında günün her saati oturulabilen en gölge en serin yerdi. İşini bitiren bitirmeyen erkeklerin dinlendikleri, tavla iskambil oynadıkları ya da çay kahve içtikleri bir yer değildi burası yalnızca. Aynı zamanda haftada bir film gösterisi yapılırdı ki çok eğlenirdik.
Canım dedem, onun o çok sevdiğim sohbetlerin birinde “ Ne olmak istiyorsun?” diye soruverdi.
“Mükemmel olmak istiyorum.” Dedim. Cevabıma çok şaşırmış olmalı. Biraz bekledi; “ Peki, mükemmel olduğunda ne olacak? Duracak mısın? İnsan kusurlarıyla ayakta durur. Bunu bir düşün!” dedi. Şimdi anlıyorum o zamanlara göre sıra dışı bir konuşma olduğunu. Başka bir zaman da artık her ne konuşuyor idiysek son cümle kaldı aklımda. “Unutma, bazı insanlar şaşırtabilir seni!” demişti.
Çok üzerinde durmadım. Ama hatırlamamın nedeni sanırım çok geçmeden gerçekleşen bir durumdu. O hafta son kez film izleyecektik Balıklıova’da. Sonra İstanbul’a dönecektik. Onlar yaşlandıkları için artık orada kalmayı tercih ediyorlardı. Garibin Yeri her zamankinden daha kalabalıktı. Sandalyeler yetmedi. Tabureler getirildi.
Perde hazırlandı. Motor çalıştı. Gazozu yeniledim. Neyse ki dedem görmedi! Toplu halde seyretmenin tadı başka… Çiğdemi fazla kaçırdım, dudaklarım davul gibi şişti. Herkes pür dikkat! Malkoçoğlu at üstünde. Düz saçları kanat çırpıyor. Çingene gömleğiyle ata oturmadan, öne doğru eğilerek kılıcı havada kavisler çiziyor.
Galeyana gelenlerden; “Hadi oğlum! Vur! Allah’ını seveyim! Yaşa Malkoçoğlu!” diyorlardı. Ben de filmin içine girmiştim sanki… Dişlerimi öyle sıktım öyle yamuldu suratım zor doğrulttum sonrasında. Dedem gülüyordu olanlara. Nefesimizi tutmuş, yumruklarımızı sıkmışken önce perdenin tam ortasında bir gölge… Belki sadece ben görmüş olabilirim. Ardından dışa doğru bir esneme… Zaart diye ikiye ayrıldı kumaş. Ortada pala bıyıklı, çatılmış çehresiyle Bekir amca. Gözleri yuvalarından fırlamış… Çığlıklarla geriye kaykılan millet birbirinin üstünde… Kalbim titredi. Dedemin arkasına geçtim.
“Yeterin lan! Yeterin gari! Başlarım Malkoçoğlunuza! S……ım sinemanıza! Bir değil iki değil. Uykumuzun içine ettiniz be! Dağılın evimin dibinden!”
Elindeki bıçağı kalabalığa doğrultarak; “Yıkılın diyom! Duymadınız mı?” diye bağırdı olanca gücüyle… Dedemin omuzlarından korkuyla baktım. Filozof gibi adamdı büyükbabam! Altına imza attığı her söz tanıtlanıyordu önümde.