Kendini rengârenk doğanını içinde kaybolmuş hissetmesine çok şaşırdı. Oysaki o her zaman doğanın içinde kendini bulurdu. Nasıl olmuştu ta bu kadar kendinden uzaklaşmıştı. Nasıl ve ne zaman kafasındaki sesler onu bu kadar kontrol edebilmeyi başarmış, kendine kendini unutturmuştu. Hiç farkında bile olmadan yine o dipsiz karanlığın içine yuvarlanmak…
Karanlığın içinde parlayan keskin kılıçlar. Sanki hepsi onu yaralamak için hazır bekliyor… Kılıçlar, karanlık, korku… Nefesi kesiliyor… Neden kılıçlar ona saldırmaya çalışıyor? Bu kılıçları kendisinin yarattığını bilmek, şu anda ona hiç yardımcı olmuyor. Her defasında yine yeniden kendini var etmek. Yine yeniden kendini temizlemek… Yok olan bir şey var edilebilir mi? Var mı, yok mu? Varlık ve yokluğun bütünlüğünde…
Ne kadar çok yargısı olduğunu görmek her defasında şaşırtıyor onu. İçindeki canavarı o kadar güzel saklıyor ki herkes onun o güzel yüzünde ve müthiş oyunculuğunda kayboluyor. Kendisi dâhil… Yaşamın içinde yargıları, acıları, tatminsizlikleri ve bir türlü istediği gibi olmayan hayatı… Hep çok yaklaşıp, hep avuçlarından kayan… Hep tam oldu derken bir anda kabusa dönüşen… Zenginliği, şöhreti, yakışıklı sevgilileri, her sene yenilediği kıyafetleri, mücevherleri, son model arabaları, evleri… Neden bir türlü yetmiyor… Neden bir türlü kendini tam hissetmiyor… Varlığı neden hep eksik… Varlıkları neden varlığını bütünlemiyor?…
Kendini anlamak için çok çabalıyor gibi gözükse de… Anlamak veya anladığına inanmak veya neyi anladığını anlamamak. Anlamak… Kendi körlüğünde karanlığı bile anlayamazken… İnsanın en çok kendine kör olması ne kadar acı… Kendi körlüğünde başkalarını apaçık gördüğüne inanmak… Başkalarını suçlamak… Başkalarını yargılamak… Başkalarının alkışıyla beslenmek… Başkalarının sevgisiyle büyümek… Başkalarını saflarına çektikçe… Körlüğün tedavisinin başkaları olmadığını anlayamamak… Körlüğün içinde aydınlığı bulduğunu sanmak…
Kendi sanrılarında yaşamak… Sanrıların yansımasını gerçek sanmak… Sandıkça… Gerçekler, sanrılar… Bir düğüm gibi birbirine dolanan… Düğümlerin arasında kayıp olan… Gerçekler ve sanrılar birbirini kovaladıkça…
Karanlığın içinden bir türlü etrafını saran doğaya ulaşamıyor. Yeşillikleri görüyor, hemen yanında akan dereninin sesini duyuyor, rüzgâr yanağını okşuyor, yüzüne dokunan saçlarını hissediyor ama karanlık yerçekimi gibi o kadar kuvvetli ki onu bir türlü aşamıyor…
Gerçekten karanlıkta mı? Belki de ilk defa kör olduğunun ayrımına varacak? Fark etmek, anlamak, kabul etmek, farkındalığına ulaşmak, hayata geçirmek… Hayata geçirmek… Sözcükler, tanımlar, tamlamalar… Hayat güçlü bir hortum gibi sürekli onu içine çekiyor ve benliğini kendinden koparıyor… Mutlu olması için ona sunulan tatlar, tatlılar, zevkler, ihtiyaçlar, olmalılar, olmamalılar… Bir türlü sonu gelmeyen istekler, beklentiler… İsteklerin içinde küçüldükçe küçülen benliği… İsteklerin ışıltıları, parıltıları arttıkça körlüğünü inkâr eden kendisi… Onca ışıltıyı gördüğüne göre nasıl kör olabilir ki?
Nane serinliğinde ve bir damlanın hafifliğinde yaşamak… Yaşanan anların sanrılarımız olduğu bilincinde… Belki sanrılarda yaşadığını kabul ederse, görmeye başlayabilecek etrafını saran yeşillikleri ve belki de o zaman kendini kaybolmuş hissetmeyecek…
Yaşamını her gün ilmek ilmek kendi sanrılarıyla ördüğünü anladığında, yaşamın tek kişilik bir oyun olduğunu ve seyircilerin bu oyunda hiç bir öneminin olmadığını da algılayacak.