Bir gün çarşıdan havaalanına giderken son dönemeçte münasebetsiz bir taksi şoförü önüme geçti. Her ne kadar sorun yapmadıysam da sıramı kapması moralimi bozmuştu.
İki saate yakın bekledikten sonra sıra bize geldiğinde aniden ,birçok yolcu ortaya çıktı.
Önüme geçen taksiye bir yolcu yanaşıp “Frankfurt’a” demez mi! Kan beynime sıçradı. Dilimi ısırdım. Hakkım olan iyi turu kaçırdım diye kendi kendime kızdım.
Bu arada pejmürde kılıklı, saçı sakalı birbirine karışmış, elinde eski bir bavuluyla biri yanaşıp “Mettman’a” demez mi? Kızgınlığımı belli etmemeye çalışarak içeriye buyur ettim. Hemen arabaya geçip çalıştırdım. Arka kapının hızla açılıp kapanmasından sonra süratli bir çıkış yaptım. Gözüm bir şey görmüyordu.
Kendi kendime “Dört yüz elli beş yüz marklık yola gitmek varken elli marklık iş git işte,“ dedim.
Arkamdan bağırıp korna çalanlara dönüp de bakmadım bile.
Epey yol gittikten sonra gözüm saate takıldığında on kilometrelik yol almıştım.
Bu kadar yolu kısa zamanda nasıl aldığıma hayret ettim. O ana kadar arkadan ses seda gelmemesi tuhafıma gitmişti.
Arabayı yavaşlatıp dikiz aynasından arkayı kontrol ettim, gözüme bir şey takılmayınca telaşlandım:
“Beyefendi beyefendi!” diye seslendim.
Hiç ses seda yok! “Yoksa uyudu mu?” Acaba adama ne oldu? Yoksa… yoksa arabadan atladı da ben mi görmedim? Dörtlüleri yakıp sağa yanaştım ve kontağı kapattım. Arabadan inip içeriyi ve kapıları gözden geçirdim. Bizim adamın bavulu var, kendisi gerçekten yok.
Hemen ilk çıkışa yöneldim. Sivil plakalı bir araba son süratle önüme çıkıp yavaşladı. Arka camda yanıp sönen ışıklı bir levhada: “Polis. Bizi takip et!” diye yazıyordu.
Otoyoldan ayrılmıştık. Saptığımız yan yolda beni durdurdular. Silahlarını çekip ellerimi başıma koyarak arabadan inmemi istediler. Uysalca ve korkuyla istenileni yaptım. Hışımla üstüme saldırıp üstümü başımı, arabayı didik didik aradılar. Arka koltukta duran bavulun açılmadığını görünce rahatladılar.
“Neden bavulu alıp kaçırdın?”
“Efendim, adamın arabaya bindiğini sandım. Stresten ne yaptığımı bilmiyordum. Özür dilerim. Ben de zaten geri dönüyordum.”
“Peki neden telsizin kapalıydı?”
“Unutmuşum efendim.”
“Bir daha dikkatli ol! Telsizin de devamlı açık olsun!”
“ Bir daha dediğiniz gibi yaparım.”
Bu işi bilinçli yapmadığımı anladıklarında kendilerini takip etmemi istediler. Bin bir düşünceyle onların eşliğinde geri dönünce adamı durakta beni beklerken buldum. İçim rahatladı. Saygılıca kapıyı açıp içeriye buyur ettim. Gayet kibar bir şekilde: “Ya beni de yanınıza alın ya da bavulumu verin, lütfen” dedi.
Yer yarılsa da içine girseydim. Adamın yüzüne bakamıyordum. Oturduktan sonra birlikte yola devam ettik. Yol boyunca konuşmadı. Utancımdan ben de sesimi çıkaramadım.
Verdiği adrese vardığımızda çok geniş bir arazi üzerine kurulu güzel bir villanın önünde durduk. Güvenlikten olduğunu sandığım bir adam yanaşıp kapıyı açtı. Saygılı bir şekilde: “Profesör bey, hoş geldiniz” dedi.
Profesör bir miktar parayı elime tutuşturunca hemen cebime attım. Adam başına geleni gülerek el kol işaretiyle abartarak, ona anlatıyordu. O da katıla katıla gülerken evden çıkan başkaları da gelip olayı duydu.
Biri bana dönerek, “Çok iyi yapmışsın delikanlı” dedi. “Zaten bana bu bavulun içindekiler lazımdı. Profesörü getirmeseydin daha iyi olurdu. Ha! Ha!”
Vay anasını be! Demek ki bu pejmürde kılıklı adam profesörmüş ha! Profesör olduğunu duyduktan sonra utancım bir misli daha artmıştı. Hepsi katıla katıla gülerken biran önce oradan uzaklaşmanın yolunu arıyordum. Durağa dönüp de elimi cebime attığımda adamın yirmi mark da bahşiş vermiş olduğunu hayretle gördüm.
Sırrı Ayhan