in ,

KUVEYT’E YOLCULUK

Öykü

Bin dokuz yüz altmış üç senesindeyiz. Ekim ayında Kuveyt’e gitmem için bir fırsat doğdu.

Hukuk Fakültesini henüz bitirdim. Şu ana kadar maddi sıkıntı nedir hiç bilmedim. Ne istersem önüme kondu. Tatillerde Avrupa’ya giderim. En lüks otellerde kalırım. Babam dünyayı tanımam, mutlu olmam için desteğini esirgemez. Ondan çok şey öğrendim. Yazıhanesini kitaplarıyla birlikte bana vereceğini her fırsatta söyler. Kardeşlerimin hepsi üniversitede okuyor. Ama onun işini sürdürecek olan benim. Bu yüzden bana düşkünlüğü farklı. Son bir işlem kalmıştı. Onu da bugün gerçekleştirdim. Şam üniversitesine gidip hukuk diplomamı onaylattım.

Bin dokuz yüz altmış üç senesindeyiz. Ekim ayında Kuveyt’e gitmem için bir fırsat doğdu. Eniştem orada avukatlık yapıyor. Lazkiye’de de evleri var. Teyzem Niyaziye beni aradı;

“ Nezih, eniştenin arabasını götürebilir misin? Ona lazımmış!”dedi. Çok sevindim. Öte yandan hafif bir endişe de duymadım değil. O bölgeye daha önce hiç gitmemiştim. Üstü beyaz bordo renkli Oldsmobile 98 marka arabaya biraz annemden biraz da teyzemden turşu, tarhana, lebni, mekdus gibi öteberiler alarak yola çıktım. Daraa şehrine varır varmaz evrak işleriyle uğraştım. Ürdün’ün Ramsa şehrini de geçtikten sonra Al Matraq’a ulaştım. Hatırı sayılır bir hızla gidiyordum. Umm el-Jimal’de gümrük işlemleri devam etti.

İnsan sabrını zorlayan bu bekleyişler, kayıtlar, Irak’ın Rutbe kentinde yinelendi. Ramadi, Felluce derken kollarım yoruldu, ayaklarım uyuştu. Bağdat’a gece yarısı saat 12:30 – 00:01 arası ulaştım. Bağdat köprüsünden kenti seyrettim. Muhteşem görünüyordu.

Beş yıldızlı Finduk el Irak’a kendimi attım. Nasıl uyumuşum. Ertesi günü babam gibi barolar birliği başkanı Abdulrezzak Şibip’le görüştüm. Beni evlerinde krallar gibi ağırladı. Keyfim yerine geldi. Necef ve Kerbelâ’yı görmeyi çok istiyordum. Ancak araba egzozunun kalbi bir rampada kırılınca keyfim kaçtı. O yörede hem kaliteli hem uygun fiyatta gümüş eşyalar olduğunu duymuştum. Lüks görünen objeleri çok severim. Bulunduğu ortama verdiği aristokrat hava beni mutlu eder. Görünen o ki gümüş işi bir başka zamana kalmıştı.

Arabayı yıkattım, egsoz tamir oldu, benzini de fulleyince bastım gaza. Yaklaşık yüz seksen kilometre aralıksız gittikten sonra El-Kut kentine ulaştım. Yollar şahane. Geniş ve düzgün… Hava git gide ısınmakta. Koca bir toz bulutunun içinden geçiyordum. Sis lambalarını açtım. Yol kenarında birisini görünce durdum. Doğru yolda ilerlediğimden emin olmak istiyordum. Üzerinde aba vardı. Bir dinar karşılığında yolu tarif edebileceğini söyledi.

Tepem attı. Küfrettim. Okkalı tükürüğüm suratına pek yakıştı. Olds’a atladığım gibi bastım gaza. Ne kadar gittim bilmiyorum. Ansızın önüm arkam sağım solum görünmez oldu. Aklıma pusula ve haritayı yanıma aldığım geldi. Arabanın gözünden çıkardım. Coğrafyam iyiydi. Ancak şu an sahra yolunda tekerlek izlerini izlemeyi almayı tercih ettim. Öyle rampalar vardı ki son anda görüyordunuz. Gece yarısını geçince uyku geldi bedene gözler oldu çedene. Hiçbir şey olmayan yalnızca çöl dikenlerinin çevrelediği yolda kontağı kapattım.

Koltuğu geriye aldım, O saniye daldığımdan eminim. Ne kadar geçti bilmiyorum ama balyoz gibi bir sesle uyandım. Pencerede bir karaltı… Hiddetle vurmaya devam ediyordu. Camı indirdim. Asker kılıklı adam bağırıp çağırıyordu. Hemen sonra birden fazla kişi olduklarını fark ettim. Öndeki;

“Ne oluyor? Neden burada duruyorsun?” dedi. Asabî ve tehditkârdı.

“Bir şey yok! Bildiğiniz seyahat ediyorum. Kuveyt’e gidiyorum. Uykum geldi, dinleniyorum.”dedim.

“Çek arabanı, çek çek! Yallah! Durmak memnu” dedi.

“Ne yani, neden duramam, ne oldu ki?” diye sordum. Öte yandan kontağı çevirmiştim bile. Silahlar üzerime doğrultulmuştu. Kalbim titredi. Ne kadar gittim bilmiyorum. Göz kapaklarım kendiliğinden kapanıyordu. Her şeyi göze alarak yeniden durdum. Radyatörden su alarak gözlerime akıttım.

Gün doğmadan Basra’ya ulaşmak istiyordum. Yol üzerinde, önünde çok lüks arabaların park ettiği bir otel gördüm. Durdum. Kapıyı çaldım. Görevli benimle konuşurken gözlerini ovuşturuyordu. İçeri girdiğimde lobide gördüğüm manzara hiç de beklediğim gibi değildi. Yerde, kanepelerde, her türden kılıkta insanlar yatıyordu. Üstlerinden atlayarak geçtim.

“N’olmuş böyle, hayırdır inşallah?” dedim. Küfür mü etti, ne dedi anlamadım.

“Lazkiye’den geliyorum. Özel bir oda istiyorum.” dedim. Ne anladıysa! Kontrplakla bölünmüş bir bölmeyi gösterdi. Kabul etmedim. Şehrin dışında bir yer bulup, Olds’a sığındım. Sabah rabah niyetiyle yeniden yola düşmüşken bir köprü göründü. Dicle ve Fırat’ın birleştiği yerde, kayıklardan bozma, eğreti, tekinsiz… Düşünün! Sandalların üzerine tahta konmuş. Sırat köprüsü sanki… Al sana al! Başka ülkelere mi gidersin! Macera mı istersin! Arkamdan gelen kamyonla denge iyice bozuldu. Şoför söyledi, nehirler çok mil getirdiğinden Cısr Ala Marakip köprüsü inşa edilemiyordu henüz.

Benzinim bitmek üzereydi. Ancak üzerimde yalnızca Ürdün dinarı vardı. Benzinci kabul etmedi. “Git bankadan Irak Dinarı al gel!” dedi. Adamı dövmemek için kendimi zor tuttum.

Zübeyr Kuveyt hududuna yakın bir yerde daha belgeler, işlemler derken Kuveyt Saffan kentine vardım. Polis henüz uyanmıştı. Kısa bir sorgulamadan sonra, “Radyo dinlemiyor musun?” diye azarladılar. Ben benzin ve otelin derdine düşmüşken Irak’ta devrim olmuş.

“Abdülkerim Kasım’ı mı devirmişler?” diye emin olmak istedim. Sonra ülkede olan biten dramatik ne varsa duymaya başladım. Sinir bozucu bir koro, insanların arabaların arkasından vahşice sürüklenişinin, sokak ortasında gerçekleştirilen infazların, baskınların, katliamların nakaratını seslendiriyordu.

Eşyalarımı indirip Bristol Otel’e geçtim. Gün boyunca orada kalmak istemiyordum. Biraz dolaştım. Ahmedi Limanı hoşuma gitti. Hava alabileceğim bir yerdi. Genellikle yabancıların tercih ettiği bir mekândı burası. Zaten lojmanları da o civarda idi.

Eniştem anlatmıştı. Babamdan ve dostlarından da biliyorum tabii. Bin dokuz yüz altmış öncesinde Mısırlı hukuk adamı Senhuri şeriatı kaldırdı ve medeni kanunu düzenledi. Arzuhalcilerin avukatlık bürosu açmalarına izin verdi. Ancak kanundan nizamdan bihaber olan bu ekip için diğer Arap ülkelerinden avukat getirtip birlikte çalışmaları uygun görülmüştü. Ben de bu tür bir işte çalışarak deneyim kazanacaktım.

Lüks arabaların birçoğunda keçi vardı. Hani köpeğe aşinayız da keçi! Mağazalar ise tam istediğim gibi. Sınırsız lüks içerisinde diyebilirim. Gözlerim fıldır fıldır. El Jamil Store’da zaman benim için durdu.

Jaşinmal Hintli bir tüccar. Kapağı buraya ne zaman atmış, bu göz kamaştırıcı malları nasıl edinmiş merak etmedim değil. Dikkat çekecek kadar Hintli ve Pakistanlı yaşıyordu burada. İtalyan ve Fransız Kreasyonlardan birkaç takım denedim. Yorumlar, ikramlar derken düşünmek üzere beyefendiden izin istedim. Sanırım bana bu denli ilgi göstermeleri günlük yaşantımda da üstüme başıma verdiğim önem. Kaliteli olmayan hiçbir şeyi almam. Giydiğim de yakışır. Vücut yapım ideal ölçülerde olduğundan giysilerim tam oturur. Yüz hatlarımın simetrisi, genç olmama karşın genlerimden gelen asalet de ifademe eklenince, kapıların açılacağını bilirim.

Coca Cola’ya ilk Kuveyt’te rastladım. Suriye’de henüz yoktu. Alkollü içki yasağı da vardı burada. Bu yüzden ispirto ve kolonya içenleri gördüm. Amatori Kolonyası tercih ediliyordu. Yalnızca Hıristiyanlara karne ile içki izni verilmişti. Ayrıca nereli olduklarını anlayamadığım çok değişik giysili insanlarla karşılaştım.

Eniştem nüfuzlu biriydi. Hükümdar ailesine yakındı. Al Sabah ailesiyle tanıştım. İhtişamlı salonlarda içtiğim mırra kahvesinde ayrı bir lezzet vardı. Ve lâkin ziyafet sırasında yerde elle yediğim kuzulu pilav mideme oturdu. Kuzu başı ile sunulduğunda konuklara değer verildiği anlamına gelirmiş. Kaç kuzu başı varsa o kadar değer verildiğini öğrenmem de benim için bir hayli şaşırtıcıydı.

Sahraya çıktığımızda çadırlarda gece sohbetleri olurdu. Haremlik selamlık oturumlardı. Bunun yanı sıra kadınların araç kullandığını görmek tam bir paradokstu. Hatunların sürücü koltuğunda oturma biçimleri son derece rahattı. Bu da benim gibi birçok erkeğin gözlerinden kaçmıyordu. Anladığım kadarıyla bir süreden beri telsiz telefon da yaşamlarının ayrılmaz bir parçası olmuştu.

İşimde başarılıydım. Kimsenin göremediği ayrıntıları görüyor, bilgim ve pratik zekâm takdir görüyordu. Ne ki bir yıldır burada bulunduğum halde para biriktiremedim. Sanırım doğamda böyle bir özellik yoktu. Fahdıl El Selim Caddesi meşhurdu. Eniştemle birlikte dolaşırdık. Ben kumar sevmezdim. Ama oynayanları izlerdim.

Bir gece Kuveytli bir adam oyuna devam edebilmek için Rolex saatini satmayı teklif etti. Nedense bana bakmıştı. Ben de heyecanla bu çok pahalı saati altı yüz dinar gibi komik bir fiyata aldım. Yıllar sonra Rolex firmasına temizlesinler diye gönderdiğimde saate karşılık beş altın saat vermeyi teklif ettiler. Doğrusu çok etkilendim. Ama yine de saati satmadım.

Çalıştığım şirket benim için ikametgâh kâğıdı çıkaracağını söyleyince önce sevindim. Ancak pasaportumun onlarda kalacağını öğrenince durum değişti. Benim istediğim zaman ülkeden çıkışım mümkün olmayacaktı.

Pasaportumu vermedim. Ağzıma geleni söyledim. Ben ki buralara gelinceye değin ağırlığımca para harcamış biriyim. Size medeni olmayı öğretmeye geldim dedim. Beni esir almanız için değil! Mahlûklar öylece bakakaldılar. Önümde duran masayı tuttuğum gibi devirecektim. Ama mubarek kurşun gibi. Kımıldamadı bile. Masanız bile sizin gibi hımbıl! Cahiller ordusu! Maaşımı almadan oradan çıktım. Kardeşimden para istedim. British Air-Way’den yerimi ayırdım. Eşyalarımı toparladım. Önceden gözüme kestirdiğim Arrogance kravatı aldım. Havaalanına gittim. Uçağın kalkış anonsu yapılır yapılmaz şirketi aradım. Ağzıma geleni söyledim. Uçakta hostesin gülümseyen yüzüyle karşılaştığımda sakinledim. Yine de kravatımı gevşettim. Uçak havalandıktan yarım saat sonra içecek servisi yapan hostes üzerime viskiyi döktü. Özür diledi. Yenisini getirmek üzere ilerliyordu ki atıldım.

“Hanfendi olan oldu. Sıkmayın canınızı. Beyrut’a indiğimizde birlikte bir şeyler içsek diyorum. Sizi bağışlamam adına. Ne dersiniz? Yalnızım, biraz laflarız. Sakıncası yoksa elbette!”

Fransızca konuşunca önce biraz afalladı. Sonra, gülümseyerek yanıtladı;

“Sizin gibi kibar bir beyefendinin teklifini reddedemeyeceğim galiba…”

Keyfim biraz olsun yerine gelmişti. Yan koltukta oturan adam da Fransızca konuşarak;

“Kutlarım beyefendi. Doğrusu hayran oldum. Nasıl bir cesaret ve nasıl bir zarafet! Ben Kuveyt’ten Abdulkerim El Sibah.”

“Memnun oldum. Ben de Nezih.”

Son derece cana yakın bu beyefendi ile iş ortaklığından tutun da birlikte seyahat etmeye varana değin teklifler aldım. Adresler telefonlar verildi alındı. Gururlandım tabii. Dönüş yolculuğum tatlı bir düş gibiydi. Kuveyt aşağıda ben yukarıdaydım. Oraya inmeye de hiç mi hiç niyetim yoktu.

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

DRK-Suchdienst erwartet Anstieg der Anfragen zu Afghanistan

Das Junge SchauSpielHaus Hamburg präsentiert: Das neue Programm an einem neuen Ort