Ozan GÜNDOĞDU
Türkiye adım adım seçimlere doğru ilerliyor. Önümüzdeki seçimlerde cumhuriyet tarihinde ilk kez başkanlık yetkilerini elinde tutan bir cumhurbaşkanı oylanacak. Hem parti genel başkanı hem de cumhurbaşkanı olan bir isim olan aynı zamanda iktidarı da 19 yıldır elinde tutan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu sıfatlarla halkın karşısına çıkıp, yeniden oy istemesine sayılı zaman kaldı. Öte yandan geniş kesimler yüksek sesle dillendirmese de seçimlerde yaşanması olası provokasyonlardan endişeli. Geçmişte 7 Haziran Seçimlerinden 2 gün önce HDP’nin Diyarbakır Mitingi’nde bomba patlatılması, 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında ülkenin yangın yerine dönmesi, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra yürürlüğe giren olağanüstü hal yetkilerinden bir türlü vazgeçilmemesi hatta yetkilerin genişletilerek kullanılması, 31 Mart 2019’da yaşanan yerel seçimlerin ardından İstanbul Seçimi’nin hukuksuzca iptal edilmesi bu endişenin dayanaklarını oluşturuyor. Türkiye’nin son yıllarda olağan günlerden geçmediği herkesin malumu, peki önümüzdeki seçimlerde neler yaşayacağız? Muhalif kamuoyu endişelerinde haklı mı? Hükümet gerçekten seçim sonuçlarını etkileyecek bir operasyona cevaz verebilir mi ya da böyle bir niyeti var mı? Muhalefet bugünden nasıl bir tavır almalı? Ekonomik bunalımın iktidarın oylarını erittiği ortada. Normal ve meşru yöntemlerle yapılacak bir seçimde büyük çoğunluk Erdoğan’ın kaybedeceğini düşünüyor. Peki „nasıl olsa gidecekler“ denerek seçimleri beklemek doğru mu? Tüm bunları duayen iktisatçı, sosyalist yazar Prof. Korkut Boratav ile konuştuk.
Özellikle iktidarın politikalarına uzun süredir kararlı biçimde muhalif olan seçmenler önümüzdeki seçimler konusunda endişeli. Erdoğan’ın sahip olduğu güç itibarıyla seçimlerin güvenilir biçimde yapılamayacağını, yapılsa bile seçimleri tanıyamayabileceğini düşünüyorlar. Üstelik bu seçmen kitlesi ülkenin yaklaşık olarak yarısı ediyor. Yani azımsanabilir bir endişe değil. Seçimler de her geçen gün daha da yaklaşıyor. Sizce iktidarın böyle bir gücü ve niyeti var mı?
İktidar, önümüzdeki seçimi zedelemeye ve/veya sonuçlarını tanımamaya kalkışabileceğinin erken bir sinyalini, 2017 Anayasa Referandumu’nda YSK aracılığıyla vermişti. Benzer sinyaller devam ediyor.
Bunlardan bir bölümü HDP üzerinde odaklanıyor. Son örneği AYM’ye getirilen kapatma davasıdır. Daha güncel bir sinyal bunu tamamladı: TBMM’nin tatile girmesinden hemen önce olağanüstü halin üç yıl daha uzatılmasını da içeren bir torba yasanın Meclis’ten geçirilmesini kastediyorum. OHAL için önerilen üç yıllık süre tesadüfi değildir; 2023 seçim yılını da kapsayacak bir zaman aralığı… Dikkat ediniz, Millet Cephesi OHAL’in uzatılmasını eleştirdi; ama bu eleştirilerde en kritik vurgulamayı yapmadı: “İktidarın son beş yıllık OHAL uygulamaları, OHAL koşullarında yapılacak seçimlerin meşruiyetini ortadan kaldırır. Olağanüstü halin uzatılmasını bu nedenle reddediyoruz…” çıkışını işitmedik.
Üçüncü bir sinyal bizzat Cumhurbaşkanı’ndan geldi: 8 Temmuz’da AKP il başkanlarına hitaben yaptığı konuşmada “memleketi bunlara teslim edemeyiz” dedi. Akşener ve CHP sözcüleri, Erdoğan’ın bu ifadesine haklı tepki gösterdi; temsili demokrasinin ana ilkesini hatırlattılar: “İktidar teslim edilmez; seçimlerle devredilir…” Cumhurbaşkanı’nın bu ifadesine ‘Freudgil dil sürçmesi’ demek gerekir. Gerçek niyetini, istemeden açığa dökmüştür. Örnekler çoğaltılabilir.
Bu endişeye ilişkin muhalefet kendi kamuoyuna güven telkin ediyor. Hatta İstanbul Seçimi de OHAL şartlarında yapılmıştı. Buna dayanarak “Nasıl İstanbul seçimlerini kazandıysak, bunu da kazanacağız ve hiçbir sorun çıkmadan, iktidarı devralacağız” diyorlar. Haksızlar mı?
Haksızlar; çünkü İstanbul Seçimi bir rehavet vesilesi değil, tam aksine bir uyarı olmalı. İki bakımdan: Birincisi; YSK’ya güvenilemeyeceğini ortaya koyması bakımından. Seçimin ilk turu muhalefet adayınca kazanılmıştı ama tümüyle yanlış bir kararla seçim iptal edildi. Niçin tümüyle yanlış? Seçimde gerçekten ihlaller varsa, belediye meclis sonuçlarının da iptali gerekirdi. YSK yalnızca Belediye Başkanlığı seçimini yeniledi.
İkinci olarak öyle anlaşılıyor ki, seçimin ikinci tur sonucunun tanınmaması gündemdeydi. Oy sayımları sırasında bir kargaşa yaratılarak, seçim güvenliğinin tehlikeye düştüğü bahanesiyle seçimlerin iptal edilmesi, Belediye Başkanlığı’nın kayyuma devredilmesi olasıydı. Oy sayımlarında ve seçim güvenliğinde muhalif militanların etkili, kararlı örgütlenmesi; ayrıca anketlerin oy farkının artacağını göstermesi nedeniyle vazgeçilmiş olabilir.
2018 ve 2019 seçimlerinin OHAL koşullarında yapılması, 2023 seçimi için bir güvence getirmiyor. Son iki yılda yaşadığımız, gözlediğimiz OHAL uygulamalarını önümüzdeki seçim ortamına taşıyınız: Muhalefetin toplu yürüyüşleri, mitingleri, olağan propaganda yöntemleri vali kararları ile engellenecek; seçim aşamasında yeni sürprizler çıkacak; YSK uyum gösterecektir. Nasıl önüne geçeceksiniz? İstanbul Seçimi’ni emsal göstererek rehavete sürüklenmek doğru değil.
Şu sıralar muhalefete dönük sizinkine benzer eleştiriler “muhalefet ne yapabilir ki, bütün güç iktidarda” gibi bir argümanla karşılaşabiliyor. Bu argümanın sahipleri de bu tip eleştirilerin iyi niyetli olsa bile seçim öncesinde muhalefeti yıprattığını düşünüyor. İktidarın seçimlere dönük meşru olmayan bir niyeti varsa dahi gerçekten muhalefet ne yapabilir?
“İktidarı teslim edemeyiz” niyetine karşı siyasal mücadele “armut piş, ağzıma düş” çizgisiyle yapılamaz. Kötü niyeti önlemek istiyorsanız, onu açığa çıkarın, teşhir edin, kamuoyunu harekete geçirin; iktidarı savunmaya zorlayın… Bu niyeti hayata geçirmek, ancak o zaman imkânsızlaşır. Örneğin OHAL’i üç yıl uzatma tasarısı “olağan üstü halde seçim yapılamaz” tepkisiyle ve açık, meydanlara taşan bir kampanya ile karşılansaydı anında önlenebilirdi. Gecikerek başlatılsa bile 2023’ten önce önlenebilir.
İkinci bir aktif mücadele konusunu örnek göstereyim. 2017’deki Anayasa revizyonu, halk oylaması ile seçilen Cumhurbaşkanı’nın iki seferden fazla aday olmasını engelleyen hükmü aynen korudu; ama tek bir istisna ekledi: Cumhurbaşkanı’nın üçüncü kez aday olabilmesi için TBMM’nin kendisini yenileme (erken seçim) kararı alması gerekecektir. Muhalefetin ısrar ettiği erken seçim çağrısı, niçin bu anayasal gerekçeye bağlanmadı? Bu çağrının içeriği şöyle olmalıydı: “Anayasa gereği Erdoğan 2023’te aday olamaz. Üçüncü kez aday olabilmesi için TBMM’nin erken seçimi kararlaştırması gerekecektir…”
Muhalefet bu tespiti bugünden kamuoyuna taşırsa, hukuk çevreleri konuyu tartışacak, muhtemelen yukarıdakine paralel bir yorumda birleşecektir. Bu tespit 2023’e ertelenirse, seçim arifesinde bu soru ile karşılaşan YSK’nın hukuk-dışı bir olup-bitti yaratması beklenir. Nisan 2017 Anayasa Referandumu’nda “atı alanın Üsküdar’ı geçmesi” bir kez daha tekrarlanmış olur. Erken seçimi zorunlu hale getirmek de böylece sağlanabilir.
Millet İttifakı demişken, kimi sosyalist çevreler, İttifak’a çeşitli gerekçelerle mesafeli yaklaşıyor. Siz de bu tartışmalara “cumhuriyetçi cephe” kavramıyla katılmıştınız. Gerek kimi sosyalist çevreler, gerek sağdaki kimi partiler, gerek HDP, aynı anda muhalefette kalıyor. Bugünkü saflaşmada, bahsettiğiniz cumhuriyetçi cephenin içine kimleri yerleştirebiliriz?
Açıkça ifade edelim: İstanbul Seçimleri’nin özellikle ikinci turunda açık farkla kazanılmasına yol açan etken Millet İttifakı’nın iki ana bileşeni ile HDP arasındaki örtülü işbirliğidir. (“İttifak” değil, “örtülü işbirliği”…) HDP, İttifak’ın ortak adayını “dışarıdan” destekledi ve sonuç alındı. Bu örtülü işbirliği önümüzdeki seçimin kaderini de belirleyecektir. Saray, Millet İttifakı’nın ana zafiyetini burada teşhis etti ve üzerine gitmektedir. HDP ve İyi Pati yönetimleri, Saray’ın tasarladığı tuzağa düşecek mi? Kritik soru budur.
Türkiye siyasetinin bugünkü yol ayrımı iktidarın, 2017’de açık-seçik ortaya çıkan “rejim değiştirme” tasarımından kaynaklanıyor. Bu tasarıma ilişkin ayrışma, bence, Siyasal İslam ile Cumhuriyetçi bloklar arasındadır. Cumhuriyetçi bloku, Sosyalist, Cumhuriyetçi Sol ve Cumhuriyetçi Sağ kanatlara ayırabiliriz. Sosyalistler aydınlanmacı oldukları için, tanım gereği Cumhuriyetçi’dir.
İktidarın hedeflediği “rejim değiştirme” tasarımı, milyonlarca insanı tercihe zorlamalıdır. Sıradan seçmen için ayrım çizgisi, Ortaçağ dünyası ile Cumhuriyet dünyasının karşıtlığını simgeleyen, basit ikilemlerle belirlenebilir: “Abdülhamit mi? Atatürk mü?”… “Saltanat mı? Cumhuriyet mi?”… “Hilafet mi? Laiklik mi?” gibi… İlk seçenekler Saray’ın değerlerini içerir; rejim değiştirme tasarımını açığa çıkarır. Bu tasarım açığa çıktığı takdirde ve siyasal mücadelenin odağına yerleşirse, Cumhuriyetçi bloku içeren bir geniş cephe siyasal İslam’a baskın çıkacaktır. AKP 2017 referandumundan bu yana “rejim değiştirme” tasarımını filen uyguluyor ama itinayla gizleyerek… CHP yönetimi de bu tuzağa düşüyor; ama seçmeni, parti tabanı farkındadır; karşıdır. Siyasal mücadeleye de açık-seçik taşınması gerekir.
“Demokrasi ölçütü”, bugünkü ortamın sağlıklı bir ayrım çizgisi olmaz. Liberaller algılayamadı, ama, Siyasal İslam doğası gereği anti-demokratiktir; “İslamcı Faşizm” yaftasını hak eder. Cumhuriyetçi akımın sağ kanadında da anti-demokratik eğilimler, akımlar vardır.
Siyasal mücadelenin odağı bu ikilemin dışına kayarsa Siyasal İslam kazançlı çıkabilir. Örneğin sermayenin tahakkümüne son vermek, Sosyalist Sol’un önceliğidir; Cumhuriyetçi geniş cephenin değil… Benzer ikilemler, İstanbul’da gözlenen örtülü işbirliğinin Cumhuriyetçi Cephe’ye taşınmasında söz konusu olabilir.
Ancak sizin bu argümanınıza karşı, muhalefet şöyle bir karşı argüman geliştiriyor. İslamcı tonu derinleştirirken, İslamcı hegemonyadan beslenirken, “muhafazakar seçmeni kırmamak gerekir” diyorlar. Bu bakış açısı, cumhuriyetçi seçmenin azınlıkta olduğunu İslamcı seçmenlerin de daha en baştan çoğunluk olduğunu kabul ediyor. Sizce bu bakış açısı doğru mu?
Siyasal İslamcı ideolojinin, Türkiye toplumunun geleneksel Müslümanlık kültürüyle özdeş olmadığını CHP yönetiminin algılaması lazım. Toplumumuzun Müslüman kimliği, birikimi, Atatürk döneminin üstyapı devrimiyle büyük ölçüde barışık olmuştur. 1960’lı 70’li yıllarda, emekçi sınıfların Ecevit’in demokratik solu ile veya devrimci sosyalist akımlarla bütünleşmesini, bazen kaynaşmasını önlememiştir.
Dahası da var: Siyasal İslam’ın emekçi sınıflarda kök salmasında, Türkiye toplumunun Müslüman kimliğinin yurtdışından ithal edilen yabancı (Selefî veya İhvan) bir ideoloji tarafından fethedilmesini hedefleyen bir saldırı etkili olmuştur. Bu saldırı, 1980 sonrasında sistematik hale geldi; AKP döneminde belirleyici mesafe aldı. Bu dönüşümün sadece frenlenmesi, önlenmesi değil, laiklik kazanımlarına dönülmesi de gerekiyor.
Diyelim ki, seçim muhalefet lehine sonuçlandı. Muhalefet güçleri, parlamenter siyasete geri dönüşü vadediyor. Öte yandan devletin içinde kökleşmiş bir siyasal iktidar var. Yeni iktidarın ülkeyi yönetebilmesi bu şartlarda ne kadar mümkün? Hele ki, yürütmenin yetkilerini azaltmayı savunurken.
Atatürk yönetimi 15 yıl sürmüştü. 20 yıllık AKP iktidarı daha uzun bir süredir. İlk beş yılı sonrasında rejim değiştirme programı adım adım hayata geçirildi. Bu adımların tek tek telafi edilmesi gerekiyor. Sadece parlamenter sisteme dönüşle gerçekleşmeyecek bir hedef…
İktidar değişmesi öncelikli iki sorunla karşılaşacaktır. Birincisi, önemli boyutlara ulaşan topluma ait varlıkların yağmasından kaynaklanan yolsuzluklardan ve ülke dışına taşan karanlık işlemlerden ödünsüz hesap sormaktır.
İkincisi kamu yönetimiyle ilgilidir. Yirmi yıllık bir iktidarda kamu yönetimi kadroları tümüyle değişti. Osmanlı’dan devralınan liyakat ölçütleri sistematik olarak aşındırılarak… Bu ölçütlere hızla dönülmesi gerekiyor. Dahası, 2017 sonrasında cumhurbaşkanlığı kararnameleri, aşınmakta olan kurumsal yapıyı dahi dağıttı. Bu bozuklukları düzeltmenin ilk adımı benzer kararnamelerle atılır. Bu nedenlerle Cumhurbaşkanı seçilecek kişinin bugünkü cumhurbaşkanlığı yetkilerini çekinmeden, ama ters yönde kullanacağı bir ara dönem yaşamak gerekecek. Bu zorunluluğu BirGün Pazar’da Oğuz Oyan vurgulamıştı. Üst düzey kamu yönetimi bu ara dönemde tümüyle yenilenmelidir.
Bu ara dönemde TBMM ne yapmalı? Yeni bir Türkiye arıyorsak, yepyeni bir anayasa gerekir. 12 Eylül’ün mirası olan bugünkü anayasanın revizyonu ile değil. Bu yenilenme, ancak geniş, demokratik katılımla oluşan bir Kurucu Meclis ile mümkündür. TBMM Kurucu Meclis düzenlemesinin çerçevesini oluşturmalıdır.
Bu tür bir yenilenme arayışı önümüzdeki seçimde muhalefetin önceliği olmalıdır. Düzen-içi muhalefetin ufku fevkalade sınırlıdır. Öncülük, doğrudan doğruya sosyalist muhalefete düşüyor.