Dilin hiyerarşi ve ataerkiyi yıkmak için ne kadar önemli bir mücadele alanı olduğunun yıllardır altını çiziyoruz. Çünkü toplum eyleme geçmemiş her suçu işlenmemiş sayıyor. “Ne yani dedi diye hemen yaptı mı?” diye bir savunmayla karşılaşabiliyoruz.
Suçun soyut bir şekilde aramızda dolaşması toplum için pek de rahatsız edici bir şey değildir. Suç ancak somut olursa, toplum suça karşı ‘yekvücut’ olup onu kınamak için harekete geçer. Halbuki, gün içerisinde dilimizde kaç kadın taciz ve tecavüze uğrar, kaç kadın şiddet görür ve aşağılanır saymak mümkün olmasa gerek.
Erkek dünyanın kurduğu bu dil ‘normal’ olarak algılanmaya başlanmış, en fakir devlet okulundan en şaşalı kolejlere, en küçük evlerden en büyük villalara, fabrikalardan tutun da holdinglere kadar adeta sınıfların içinden dikey bir şekilde bir sütun oluşturmuştur. Toplumun eğitimli ya da eğitimsiz tüm kesimlerinde kendine yer bulan bu dil sanat, medya, politika ve daha bir çok alanda kendini sürekli yeniden var ediyor.
Engin Ardıç, 9 Eylül Üniversitesi’nde eylem yapın kadınlara “Ortak özellikleri çirkin olmalarıdır” dedi (2011). Engin Ardınç’ın bahsettiği ‘Daaeevrimci bacılar, iddia ettiğinin aksine yıllardır neoliberalizme karşı mücadele veriyorlar. Ve burada kadın düşmanlığı ile sınıf mücadelesi düşmanlığı harmanlanıyor. Bu tıpkı yıllar önce sosyal medyada Kürt kadın milletvekilleri için söyledikleri “Pislikleri suratlarına yansımış, bir tanesi de güzel değil” hakaretlerini anımsatıyor.
Hıncal Uluç, Defne Joy Foster öldüğünde, “Defne’nin ölümü tipik bir “Su testisi, su yolunda kırıldı” olayıdır!” dedi. “Bir kadın, bir erkeğin yanında ne sebeple bulunursa bulunsun, hiçbir sebep canından olmasına bahane gösterilemez.” diyemiyor mesela yılların ‘gazeteci’si.
Sinema ve dizi sektöründe ise örneği o kadar çok ki… Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz dizisinde Oktay Kaynarca’nın oynadığı karakter sabah akşam yanında çalışan erkeklere “Hanımlar” diyerek hakaret ediyor. Arada kadınları aşağılayan özlü sözler söylüyor ve nikahlı eşine metresini kabul etmesi için bağırıp çağırıyor. Bazen silah çekecek gibi oluyor ama kendini tutuyor.
Disney animasyonları son dönemde daha cinsiyet eşitliğini savunan, kadın ve kız çocukları daha önce çıkaran yapımlar üretse de geçmişi son derece cinsiyetçi, kadın kahramanlarının hep bir her yerde tutsak ve kurtarılmayı bekleyen karakterler olduğu yapımlarla dolu.
Last Tango in Paris (Paris’te Son Tango) filminde ise filmin yönetmeni Bernardo Bertolucci ve ‘efsane’ oyuncu Marlon Brando aralarında anlaşarak daha gerçekçi ve sansasyonel olacağı düşüncesiyle Marlon Brando’nun partnerine çekimler esnasında gerçekten tecavüz etmesine karar veriyorlar. Bundan haberi olmayan kadın oyuncu yıllarca bu ‘tecavüzün’ izlerini taşıyor. Ve filmde bu tecavüz sahnesi tutkulu aşk adı altında servis ediliyor.
Edebiyatta ise mesela Zülfü Livaneli’nin Kardeşimin Hikayesi adlı kitabında beni en rahatsız eden öğelerden biri cinsiyetçiliğin satırlardan adeta fışkırması idi. Meslek ayrımlarına bakılırsa kadınlar hep mürebbiye, ev hanımı, sekreter ya da çalışmıyor. Erkekler ise savcı, mühendis, doktor vesaire gibi mesleklere mensuplar. Onların arasında sıyrılan tek kadın karakterin başarısı ise ‘patronun genç bir kızı elde etme çabası’ ile açıklanıyor.
Müzik dünyasından Nilüfer’in Erkekler Ağlamaz şarkısından tutun da Sezen Aksu’nun Seni Yerler şarkısındaki “Bu kadar cilvesi olur mu bir erkeğin? Delikanlı mısın kız mısın?” sözlerine kadar birçok ibretlik gönderme var. Erkekler ağlamaz kadınlar ağlar, çünkü kadınlar zayıf tabiata sahiptir. Erkekler cilve yapmaz, kırıtmazlar.
Cinsiyetçiliğin belki de en çok kendini gösterdiği alanlardan biri de karikatür ne yazık ki. Evrensel gazetesi karikatüristi Sefer Selvi’nin Danıştay Başkanı’nın yargıya ilişkin açıklamasını konu alan ‘hamile themis’ karikatürü kadınların büyük tepkisini toplamıştı. Kadınlar sosyal medyada Selvi’ye tepki gösterirken, kadın gazetesi Şûjin ise karikatürü “eleştiri noktasını cinsiyetçiliğe çekerek kadın bedeni ve tecavüz üzerinden mizah yapılıyor” sözleriyle eleştirmişti.
Tüm bunlar dilimizdeki cinsiyetçiliği güçlendiren ve yönlendiren unsurlar. Bu cinsiyetçi söylemlere her an her yerde maruz kalabiliyoruz. Ve tıpkı defalarca söylendiğinde gerçek sanılan yalan metaforu gibi toplum içinde oldukça yaygın bir biçimde kullanılan bu erkek dili giderek normalleşiyor ve eleştirilmediği sürece de kullanılmaya ve yayılmaya devam ediyor.
Yani ülkede toplumsal cinsiyet eşitliği (belirli bir zümre hariç), ancak kadınlar öldükten sonra konuşuluyor. Ama bu kadın katliamlarına giden yolun taşlarının ufak ufak gündelik hayatta nasıl örüldüğü biraz geri planda kalıyor. Sanat, politika, medya ve benzeri araçlarla sürekli bu cinsiyetçi söylemlere maruz kalıyor kadınlar.
Bu işte mücadelenin iki ayağı var; biri vicdanlı diğeri adaletli olmak. Vicdanlı olmak bizim elimizde ama işin adalet kısmı bu eril zihniyetin temsilcileriyle dolu mahkemelerde, güvenlik birimlerinde, kısacası devlette. Ama maalesef vicdanlı olmak da, adaleti sağlamak da bize düşüyor. Bir kadını katleden bir erkeğin serbest bırakılmaması için yine biz mücadele ediyor, yine biz kampanya yürütüyoruz. Devlet kurumlarının işlemezliği her konuda olduğu gibi adalet konusunda da aynı.
Biz dilimizi değiştirir, yazıp çizdiklerimize dikkat eder, bulunduğumuz ortamda cinsiyetçiliğe geçit vermeyiz. Sokaklarda protesto hakkımızı kullanır, örgütlenmeye devam ederiz. Ayrımcı ve tacizci sanatçı, medyacı, iş insanı ya da politikacılarla mücadele ederiz. Milyonlarca insanların izlediği film ve dizilerdeki sıkıntılı cinsiyet normlarını tüketici olarak protesto da ederiz. Yani vicdanımızla elimizi taşın altına koyarız.
Lakin devletin kendi kadın vatandaşlarını koruması için İstanbul Sözleşmesi gibi yasalarla sadece kadınların öldürülmesine değil toplumda herhangi bir şekilde özgürlüğünün kısıtlanmasına ya da ayrımcılığa uğramasına engel olması lazım. Maalesef bu baskıyı da yine biz oluşturmalı, sistemi bu konuda bir şeyler değiştirmesi için kadınıyla erkeğiyle yine biz zorlamalıyız.