Yaşlı adamı uyku tutmuyordu. Doğruldu. “N’oldu Kadir ağa. Neden açtın yorganı? Üşütecen bizi.”
“ Sevinçten herhal. Dalamıyorum bir türlü. Napayım. Çok heyecanlıyım yahu.”
“Hee, şükürler olsun. Amman çalıştı çocuk. Hak etti.”
Yorganı çekiştiren Ayşe nine yüzünde belli belirsiz bir tebessüm… Adam devam etti.
“Bizim katkımız da çok amma değil mi? Düşünsene, en istirahat edeceğimiz bir zamanda, oğlumuzun Almanya’ya gidesi tuttu. Yanlış anlama torunlarımı çok severim ancak illâki de Almanya. Ne bok var idiyse yaban ellerde. Çok acayip!”
“Çok konuşma Abdulkadir. Torunların tarlada peşin sıra, inkâr etme.”
“ Ya hanım iyi de…”
“İşimiz gücümüz ne? Allah’ın gücüne gider bak. Zati Fahri şehirde, camide kaldı, çocuk haliyle yavrum. Bize ne ağırlığı ola ki? Ekmek gönderdik, yemek gönderdik. Kötü mü ettik?”
“Ya onu demiyorum kadın. Elbette iyi ettik. Amma neden süremesin hayatları burlarda, onu kafam almıyor bir türlü. Bizim köyün adı Ay Işığı.”
“Ee, adıynan ne ilgisi var gülüm.”
“Bizi nasıl aydınlatıyorsa onlara da verirdi ışığını.”
“Saat hayli geç oldu. Yarın işler çok. Fahri yolcu. Hadi daha fazla saçmalamadan örtüver üstünü. Vuruver kafayı.”
Fahri ve Hamit otogara vardığında hava ılıktı. Güz serin yüzünü göstermemişti henüz. İkisinin de üzerinde pantolonla yarım kollu gömlek… Onun dışında beraberlerinde hiçbir şey götürmüyorlardı. Kesin kayıt yaptırıp döneceklerdi nasılsa. Hayatlarında ilk kez başka bir kent göreceklerdi. Hem de başkent.
Fahri öndeki koltuktan sarkan çocukla yüz yüze geldiğinde tam el işaretleri yapacaktı ki oğlan annesine seslendi.
“Anne bak. Onun gözü benekli.”
Fahri şaşkın, gözlerini kırpıştırdı. Annesi yumurcağı yakalayıp yanına alırken Fahri’ye göz ucuyla bakmadan edemedi. Hamit ‘boş ver’ der gibi kıvırdı elini. Yolun yarısını etmişlerdi. Diğer yolcular gibi onlar da uykuya daldılar sonunda.
İç Anadolu güney gibi değil. Güzü oraların kışına benzer. İki genç, Ulus’ta indiklerinde, başları omuzlarına gömüldü. Soğuğu ciğerlerinde hissediyorlardı. Her ikisinin de kaşları kavislenmiş, alın çizgileri köşelenmişti.
Gazi üniversitesini sordular. Yakın olduğunu sandıkları Tandoğan’a doğru yürürlerken yol onlar gibi çıplak görünüyordu. Hamit; sıkıntılı bir sesle söylendi.
“Ağam ne bu sessizlik yavv! Kentin çarşısı, mağazası nerede?”
“Ne bileyim? Dur bakalım, az ilerde kavşak var. Dondum ben ya. Ceket hırka ney alsaydık keşke.”
Fahri, kentin ufkunda beliren bir kuş kümesine, Hamit bir radyodan geldiğini düşündüğü cızırtılı marşlara dikkat kesildi. Döne döne gelen sarı yaprakların hışırtısından sonra yükselen uğultu ile duraladılar. Sağdaki sokaktan oldukça kalabalık bir grup geliyordu. Ağızları mendille kapalı ya da kar maskeliydiler. Soluğu tıkalı kalabalıktan atılan sloganla, pankartların başkaldırı mesajları, özellikle sopalar… Fahri;
“Ağam! Çabuk! Sola!” dedi. Hamit’le zıt yöndeki sokağa seğirttiler. Seslerin neden gittikçe arttığını anlamaları uzun sürmedi. Arkalarına baktılar. Solukları ıslık çalıyor göğüsleri inip kalkıyordu. Yeniden harekete geçecekleri sırada karşıdan diğer bir ekibin “Ya Allah! Bismillah” “Tekbiiirr” sesleriyle üzerlerine doğru geldiklerini gördüler. Bakıştılar.
“ Abi! Yallah! Koş! Şurdan! “ diyebildi Hamit. Artık sadece koşuyorlardı. Bir duvara tosladıklarını sandılar. Karanlığın içine yuvarlanıvermişlerdi sanki…
Kendilerine geldiklerinde çarptıkları şeyin toplum polisi olduğunu anladılar. Sağcısı da solcusu da aynı koğuşa konmuştu. İki taraf sık sık gerilim yaratıyor, slogan ve küfürler yükseliyordu. Hamit Fahri’ye bakarak başını saldı;
“Ya, halimize bakar mısın? Üniversiteye diye karakola kaydolduk. Başım çatlayacak.”
“Kulağın kanıyor Hamit! Hay, benim de ağzım.”
Koğuşta açlık, susuzluk, gerilim vardı ancak tuvalet sorunu dayanılır gibi değildi. Uzunca bir süre geçtikten sonra tuvalete giderebildiler. İçerde olsun, gider gelirken olsun küfür etmekten, slogan atmaktan sakınmıyordu çoğu. Günün kapanışı bir tas ıspanak çorba ve ekmekle oldu. Gece yarısı ikişer ikişer götürüldüler. Alt kata indiriliyorlardı. Kulağı yırtan, tüyler ürpertici çığlıkları duymamak olanaksızdı. Gidenler geri gelmiyordu üstelik. Sıra Hamit ve Fahri ikilisine geldiğinde zangır zangır titremeye başladılar.
Kimlikler alındı. Sorular çok da mantıksız değildi aslında. İkili o sırada neden orada bulunduklarını anlattı. Verdikleri yanıtları çok beğenmiş olmalılar Fahri’nin sağlam kalan dişleri de telef oldu. Kan revan içerisindeki Hamit yere yığılıp kalınca kurtuldu gözlerini oyan ışıktan. Kendilerine gelir gelmez ilk işleri üstlerini başlarını lavaboda düzeltmek oldu. Bu koğuştaki herkes nasibini en ince ayrıntısına kadar almıştı. Şişinden görmeyen gözler, patlamış kaşlar, dudaklar, dağılmış saçlar, perişan görüntülere eşlik eden iniltiler…
Gece saat yirmi dört ile bir arasında onları yeniden karanlık bir odaya aldılar. Falaka olmazsa olmazlarıydı. Bir süre sonra bedenleri hissizleşti. Çelimsiz oğlanları tuttukları gibi önceden su döktükleri zeminde yürüttüler. Ayak tabanları cızır cızır yana yana… Acılı, sancılı en uzun gecelerdendi.
Ertesi gün olmalıydı. Şube müdürlerinden biri koğuşları denetliyor, bilgi alıyordu. İki polisin elinde evraklar… Komiserin gözü oğlanlara takıldı birden. Olan biteni Hamit ve Fahri’den dinlemek istedi. Çocuklar darp edilmiş görünümleri ile buraya geliş nedenlerini anlattılar.
Adam polislere dönerek “Allahsızlar!” diye öyle bir bağırdı ki duvarlar çatlayacaktı neredeyse. Onları alıp odasına götürdü.
“Çocuklar! Durumunuzu analiz ettim. İki grubun ortasında kalmışsınız. Şansızlık olmuş gerçekten de. Çok üzgünüm. Sizden polis arkadaşlarım adına özür dilerim. Madem üniversiteye kayıt yapmaya geldiniz tanıdık birileriyle bu işi yapmaya çalışın. Benim tavsiyem şu günlerde bir başınıza ortalıklarda dolaşmamanız.”
Nasihat faslı biter bitmez kimlikler, paralar, onlara ait eşyalar geri verildi. Soluğu otogarda alan garibanlar otobüse bindiklerinde hala tedirgindiler. Yola çıkmadan rahat edemeyecekleri kesindi. Fahri başını pencereye dayadı. Hamit; “Ben üniversiteden geçtim ağam. Seni bilemem ama ben geri dönünce pamukla uğraşacam.” Dedi. Fahri’nin gözleri buğulandı.