PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata „15 Ağustos’u ne kadar iyi temsil edersek her Kürt genci, her Kürt kadını bir Agit, Kemal, Mazlum, Hayri olur“ dedi.
15 Ağustos ruhunun süreklileştirilmesi gerektiğini belirterek, yine Kürtlerin birleşmesi halinde dengelerin hepsinin halkın lehine değişebileceğine de dikkat çekti.
15 Ağustos eyleminin gerçekleştiği dönemde cezaevindeydiniz. Cezaevinde bu eylemi nasıl duydunuz ve duyunca neler hissettiniz?
15 Ağustos eyleminin olduğu tarihte biz Diyarbakır Cezaevindeydik. Devletin adını 35’inci koğuş koyduğu bölümdeydik. Ölüm orucunda arkadaşlar hastanede tedavideyken bazı aileler söylemiş. Gelen bazı arkadaşların haberi vardı. Ancak resmi bir bilgimiz yoktu. Ama biz rahattık, emindik. Parti liderliği Önder Apo sağdır ve işlerin başındadır. Mücadele yürür. Parti örgütlenir ve işler. Devrim ne gerektiriyorsa o olur, yapar. En zor zamanlarımızda bile en güçlü dayanağımız bu inançtı. Özellikle Rêber Apo’yu tanıyanlar bunda bir şüpheye girmiyordu.
Olay olduğunda televizyonda duyduk. Zaten radyo vb. şeyler yasaktı, verilmiyordu. Direnişlerle birlikte hücreye televizyon vermişlerdi. Haberleri izledik, işte ‘Eruh Şemdinli’de bir grup terörist ya da bölücü tarafından eylem yapıldı’ denildi. Sanırım eylemden 2-3 gün sonraydı. Aynı gün vermediler yani. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Tabii bu haber normal televizyonlarda başkaları için ya da Türkiye’deki Kürt halkı için farklı bir çağrışım yapar. Sessizliğin yırtılması, karanlığın yarılması, faşizmin hakimiyetine meydan okuma, başkaldırı, arayış. Bazıları da bir esinti gibi ne olduğunu anlamadan, kavramadan, geçici bir olay gibi bakmış olabilir.
Tabii halkın büyük sevinç duyacağı kesindir. Devletin o kadar dizginsiz, aşırı aşağılama, ezme, ülkeyi terörize etme, herkesi suskunluğa bölme, istediğini gözaltına alıp istediği kadar işkencede gözaltında tutma uygulamaları ile gerçekten ülkede korku, karanlık, yılgınlık, bezgi hakim olmuştu. Bunun en ağır hali cezaevlerinde yaşanmıştı. Biz de zaten dört tarafından kuşatılmış ellerindeyiz. Diyarbakır Cezaevi özel olarak seçilmiş pilot bir cezaeviydi. Türkiye’nin tamamında baskı vardı. Ama Diyarbakır tam bir dizginden boşanmıştı ırkçılıkla. PKK, Kürt ve Kürdistan olgusunu tekrardan betona gömme, bir daha dirilmesine canlanmasına izin vermeme vardı. Çünkü onlar Kürdistan’da hâkim olmuşlardı. Ülke sessizliğe bürünmüştü. İstediği gibi asimilasyon kurumlarını açıyorlardı.
‚ÖLSEK DE GAM YEMEYİZ, DEDİK‘
PKK veya sosyalist hareketlerle Kürtlerin uyanışı hesaplamadıkları bir olguydu. Bir yol kazası gibiydi. Zaten bunun için darbeyi hızlandırdılar. Türkiye’deki bütün sol örgütler büyük tasfiye yaşadı. Direnenlerin hepsi hapse girdi. Direnme gücü yoktu. Sağ sol çatışmasına boğmuşlardı onları. Sadece Önder Apo bunu fark etti ve yurt dışına çıktı. Bu stratejik bir karardı. Arkadaşlar da yakalanmayanlar da çekilme taktiği gereği yurt dışına çıkarılmaya çalışıldı. Zaten kadrolarının çoğu darbe öncesi tutuklanmıştı.
Irkçı faşistler Diyarbakır’a getirildi. Sistematik bir işkence saldırısı başlatıldı. Bütün direniş biçimlerimiz sonuçsuz kaldı. Onları dizginleyecek bir güç yoktu. Dışarıda toplum karanlığa gömülmüş. Partiler, parlamentolar, sendikalar kapatılmış, her şey yasaklanmış. Kimse cuntaya karşı direnememiş. NATO’nun, Amerika’nın desteği var. Siyaseten de artık sol sosyalist hareketler özellikle Kürtler silinecekti. Gündemden çıkarılacaktı. Sonuçta kimliğini inkâr etme, pişmanlık gösterme, devlete teslim olma, karşıtına dönüştürme politikasına gitti bu iş.
Büyük direnişler sayesinde tüm tutuklular rahat bir nefes aldı. İnsanlar kuşatma altından çıkmış ancak halen suskunluğa gömülü korkularıyla, sessizliğiyle 15 Ağustos eylemini duyuyoruz. Bu tabii siyasi gelişmeleri izleyen, hayalleri, umutları olan, tarihsel, toplumsal iddiaları olan insanlar, örgütler için sıradan karşılanacak bir haber değildi. Müthiş bir içten içe sevinme hatırlıyorum, ilk söylediğim şey ‘Bugünleri de gözümüz gördü. Artık ölsek de gam yemeyiz, gözümüz açık gitmeyiz’ oldu. Çünkü gerçekten bunlar kendini kaybetmişlerdi. Faşizmde akıl, mantık, hak, hukuk, adalet sınır yoktur. Akıl alır gibi değil yani, nasıl Hitler Avrupa’nın göbeğinde bütün Yahudileri yok etmek istediyse, hiçbir hakkı hukuku olmadan yarısını imha ettiyse, Türkiye de aynı şeyi yapıyor.
Yasalara göre bizi yargılaması gerekir. Ama yüz kat, bin kat daha fazlasını çektirdiler. Hep ‘Sizi doğduğunuza pişman edeceğiz’ diyorlardı. Bunu bir kez değil, her gün yaşıyorsun. Bizim için öyle tarif edilemez bir duygu, sevinç getirdi. Ama nasıl bir sevinç! Böyle bayram yerine gidip bayramlaşıyorsun tadında da değil, bağırıp çağıracak halay çekecek tarzda da değil. Ama çok daha derin, çok daha tarihsel. Faşizmle hesaplaşma öyle bir rahatlama, ‚oh çekme‘ getirdi. Ölsek de gözümüz açık gitmez duygusu. Tabii her arkadaş bunu farklı hissediyor. İşte şey diyorsun, ‚bu faşistlerin çenesine bir yumruk indirmek gerekiyordu.‘ Bu nihayet bir gün gerçekleşti. Bugünü bekliyorduk, bunlar bu dilden anlar. Böyle bir cevap vermek lazım. Çünkü bunlar başka şekilde yola gelmezler, adalet, merhamet etmezler. İnsanları hatırlamazlar. Kazandıkça, egemen oldukça daha çok şımarıyorlardı. Kendini kaybediyorlardı, daha çok suç işliyorlardı.
‚ÖNDERLİK DARBEYİ ÖNGÖRDÜ, KADROLARI EĞİTTİ…‘
Haberin ardından cezaevlerinde neler tartışılmaya başlandı?
Tabii bu haberden sonra doğal olarak insanlar yorum, tartışma içerisine giriyor. Ne oldu? Kim yaptı? Nasıl yaptı? Kim yapabilir? Çünkü televizyonlar verirken örgüt isimleri falan vermediler. Ama biz rahattık, kesinlikle bu PKK’nin işidir, diyorduk, başkası yapamaz, diyorduk. Çünkü diğer örgütleri tanıyorduk. Aynı koşullarda çalışıyorduk, kimler olduklarını biliyorduk. Hapishanedekilerin durumlarını da biliyorduk, dışarıdakileri de daha çok tahmin ediyorduk. Geriye Önderlik kalıyordu. Çünkü Önderlik muazzam bir irade sergiledi. Darbeden önce arkadaşları çekti, Kemal Pir’i, onları içeriye gönderdi. Yeniden toparlanma, örgütlenme hazırlıklarını yapıyorlardı. Ülkenin darbeye gideceğini öngördü. Yurt dışına çıkarak tedbir aldı.
O zaman dışarı için de risk büyük ve durum çok zor. Genelde gençlik hareketidir. Savaş tecrübeleri yok, ülke karanlıklara gömülmüş. Ülkeyi bölmek ölümdür. Herkes Avrupa’ya göç ediyordu. Önderlik de nefes nefese amansız bir direnişle kadroları eğitti, toparladı, yönünü ülkeye çevirdi. Ama 14 Temmuz ölüm orucu, cezaevlerindeki direnişler aslında PKK’nin iddiasına sahip çıkması, kimliğini kanıtlamasıdır. Hayri her zaman bunu ‘Mutlaka biz mahkemelerde savunma yapmalıyız. Kürdistan devrimini, PKK’yi, ideolojimizi ortaya koymalıyız. Tutanaklara geçirmeliyiz, tarihi belge olmalı’ diyordu.
15 Ağustos, cezaevinde ilk anda öyle kaynaşma, yoğunlaşma yarattı. Zamanla biraz daha anlaşıldı aslında. Devletin açıklamaları, işte ‚3-5 çapulcudur, 72 saat ömürleri var‘ şeklindeydi. Yine iddialı, büyük konuştular. Ama zamanla anladılar, bu klasik bir isyan da değil, gerilla savaşıdır. Biz de devrimci bir savaş olacağını, Vietnam tarzı esinlenmiş halk-gerilla savaşını tahmin ettik. Zaten bu koşullarda başka bir şey de olamazdı. Zaten ilk giren gruplar silahlı propaganda gruplarıydı. Zaten silahsız barınma durumu da yoktu. Silahlı propaganda grubu demenin gerekçesi de var. İşte Eruh Şemdinli baskınını yapan gerillaların isimleri de öyle, 14 Temmuz Silahlı Propaganda Grubu, 21 Mart Silahlı Propaganda Grubu. Bunlar eylemleri gerçekleştiriyor.
‚TÜRKİYE PKK’LİLERİ İDAM ETMEYİ GÖZE ALAMADI‘
15 Ağustos idamlar konusunda ikinci kez düşündüren bir gelişme oldu. Bu nasıl gerçekleşti?
15 Ağustos’un bütün tutsaklar, cezaevleri için tabii önemli sonuçları oldu. Direniş artık ağırlıkla dışarıya kaydı. PKK davaları, mahkemeler bu tarihten sonra sonuçlandı. Çok sayıda insana idam cezaları verildi. Bu döneme kadar işte Türkiye solundan, adli tutuklulardan 50 insan idam edildi. Ama en büyük idamlar aslında PKK’ye çıktı. Fakat PKK’den hiç kimseyi idam edemediler. Bu da direkt 15 Ağustos’un yarattığı sonuçtu. Kürdistan gerilla savaşı sürdü, gerilla yendi, tasfiye edilmedi. Türkiye de tutsakları idam etmeyi göze alamadı.
Ama Şêx Said döneminde olduğu gibi idamlar yapılsa, hareket bastırılsa tereddüt etmezler. Ama bastırılmayınca idamların tersine bir rol oynayacağını, toplumda daha büyük bir nefret, öfke, tepki, gerillaya katılma, gerillanın bunun hesabını sormaya dönüştürmesi görülünce yapamadılar. Çünkü gerilla hareketi yenilmeyince ve sürünce PKK’nin ve Önderliğinin kapasitesi de giderek anlaşıldı. Böyle yanar söner bir hareket değil. Tehditlerle, büyük operasyonlarla, bazı grupları imha etmeyle cayacak bir hareket olmadığı görüldü, anlaşıldı ve idamlar yapılmadı.
1990’lara geldiğimizde Yargıtay tarafından onaylanmış 60 dosya TBMM’ye gelmişti. Sadece mecliste el kaldıracaklar, onaylayacaklar. Siyasi koşulları uygun görmedikleri için idamlar yapılmadı ve Özal özel bir yasayla bir defalığına idamları durdurdu. İdam yerine 40 yıl cezaya çevirdi. 20 yıl yatanlar da tahliye edildi. Böylece PKK’de hiç kimse resmi olarak idam edilmedi. Bu çok önemli bir sonuçtu. Bu hem büyük tutuklu kitlesine, hem onların çevresinde bir araya gelmiş aile hareketine, hem yasal, legal alanda ortaya çıkan mücadele birikimi ve geleneğine büyük bir güven verdi, ön açtı. Kendine güven kazanmasına, geleceğe güvenle bakmasına yol açtı. 15 Ağustos’un artık yenilmez bir devrim gücüne ulaştığını gördüler. Çünkü daha önce bütün Kürt direnişleri ve çalışmalarının ömrü birkaç aydır.
Öyle uzun yıllara sarkmış bir mücadele sürekliliği yok, zaten gerilla ara vermedi. Gerilladan önce de hapishaneler ara vermeyi önledi. Direnişi süreklileştirdi, hem bu hareketi direniş kabul etti hem fedai militan tarzı Kemal Pir ve Mazlum Doğanlarla PKK’lileşmenin ölçüsü ortaya konuldu. Yani daha aşağısı, daha alt temsili PKK olmuyor. İnsanda biten en büyük duygular fedailikler, adanmışlıklar PKK’de direnişin aslında seviyesini belirledi.
Halkta da yurtseverlik hisleri böyle gelişti. Binlerce köy yakıldı ama herkes gidip korucu olmadı, ihanet etmedi. Bir kısım Avrupa’ya çıktı, bir kısım metropollerde büyük zorluklar yaşadı ama mücadeleyi ve direnişi sahiplendi. Birbirinden kopmadılar. Bugün dört parçada direniş halka umut veriyor.
‚ZİNDAN DİRENİŞLERİ DÜŞMANIN İRADESİNİ KIRDI‘
14 Temmuz Büyük Zindan Direnişi’nin ardından gerçekleşen bu eylemin zindan direnişleriyle nasıl bir bağlantısı bulunuyordu?
Zindan direnişleriyle aslında düşmanın iradesi yarılmıştı, kırılmıştı. Kürdistan’da sessizliğe gömülme engellendi. Direnişin bayramını devraldı. Tam yüzde yüz sessizliğin hâkim olmasını önledi. 15 Ağustos aslında bunun dışarıya, dağlara taşınmış haliydi. Bir yerde direniş mevziisi değişti. Dışarı devraldı, gerilla bunu üstlendi. Bunun mimarı, örgütleyeni ve ruh vereni Önderliğin tarzıydı, düşüncesiydi, yaşam tarzı, arkadaşlık ilişkileriydi. 15 Ağustos bütünüyle Kürdistan’da yeni bir kapı açtı. Yeni bir yol açtı, yeni bir tarihi başlangıç yaptı. İşte Kürdün ilk kurşunu kendine korkusuna sıkma, sessizliği yarma, karanlığı yarma, yani o suskunluğu yardı. Korkuları bir yerde yendi, çıkış yaptı.
Kesintisiz, işte zorlukları, engelleri, komploları, ihanetleri, iş ve dış zorlukları aşa aşa, nefes nefese binlerin hayatına mal olan, milyonlarca insanın emeği, acısı, sürgünü, yıkımı ile aslında bugünlere gelindi. Bugün büyük bir gerilla savaşı varsa, direnen bir halk varsa, Kürtler ciddi kazanımlar elde ettiyse bu yol izlenerek buraya gelindi. Şimdiki pozisyon önceden yoktu, ya da kimse bize hazırlamadı. Kimse bize bağışlamadı. Bedel ödeye ödeye, söke söke, hatta öle öle, işkence çeke çeke, bu karanlıklar, bu inkâr yarıldı, bugünlere geldik.
’15 AĞUSTOS SÜREKLİLEŞMELİ!‘
Gerillaya 24 saat ömür biçen Türk yetkililer aynı zamanda ’40 yıldır büyük zarar gördüklerini‘ belirtiyor. Türkiye ve Kürdistan için nasıl bir yolun izlenmesi gerekiyor?
15 Ağustos’u ya da gerilla savaşını şimdi Türkiye kendisi söylüyor. Hulusi Akar ‘Bize 40 yıldır zarar veriyorlar, büyük kan kaybettik’ diyor. Tamam, madem farkındasın, madem trilyonlarca dolar gitti, nüfus, ekonomi altüst oldu, on binlerce insan öldü, büyük bir kayıp var ama niye inkâr edip yok etmek istiyorsun. Anlaşmaya çalış, anlaşma yolları açıktır. PKK ve Önderliği defalarca ateşkes ilan etti, yol haritası yayımladı. Sürekli çözüm için hamleler yaptı. Türkiye’nin sınırları içinde demokratik özerklik yasası formülü sundu. Bütün Türkiye’yi içeren üçlü hukuku kabul eden hem Türkiye hem Avrupa Birliği (AB) hem de Diyarbakır’ın üçlü bir hukukla Türkiye sınırları içerisinde çözümünü de savundu. Demokrasiye sonuna kadar yol açtı.
Ama onlar Kürtleri tanımaya, Kürtlerle yaşamaya hazır değiller. PKK bu kadar çözüm projesi yayımladı, açıklamalar yaptı. Sözde Erdoğan bu görüşmeleri yönetiyordu. Tek bir çözüm yolu projesi yayımlamadı. Kürtler ana diliyle eğitim yapabilir, demediler. Bütün görüşmelere bakılsın, hiçbir çözüm önerisi yoktur. Böyle olunca da hiçbir çözüm gelmez. Şimdi de zaten çözümü yok etmek istiyorlar. Bu işte 15 Ağustos’un tarihselliğini ortaya koyuyor. Bir dönemle sınırlı kalmıyor. Bir dönem siyaset tıkanır, bir çıkış yaparsın, o yol açılır. O dönem kapanır. Başka mecralarda çözüm, siyaset gelişir. Şimdi Türkiye bir türlü inkâr mecrasından çıkamadığı için, dolayısıyla bu ihaneti, korkuyu, bastırmayı, sessizliği, tasfiyeyi aşmak için 15 Ağustosların süreklileşmesi gerekiyor.
Çünkü 15 Ağustos dediğimiz gibi korkulara, sessizliğe, yok etmeye, inkara dönük bir hamle, tarihsel çıkıştı. Kürtler bu çıkışı sürdürmek zorunda. Çünkü Kürtlere reva görülen yok olmadır, ölümdür, karanlıklardır. Karanlıklara gömülmek istemiyorsa işte 15 Ağustos ve 14 Temmuz ruhuyla direnişi, mücadeleyi sürdürmemiz lazım. Tabii Kürdistan’ın bağımsızlığı, demokratikleşmesi sadece gerillayla olacak bir iş değil. Gerilla öncü bir güçtür ya da yol açma gücüdür. Siyaset tıkandığında, halk nefes bastırıldığında gerilla düşman saldırılarını püskürtecektir.
‘İYİ TEMSİL EDERSEK HER KÜRT GENCİ AGİT, KEMAL, MAZLUM, HAYRİ OLUR‘
Bugün herkes Kürtlere karşı ittifak yapıyor. DAİŞ’ten tutalım KDP’ye, Bağdat’a Beşar Esad yönetimine kadar herkes, Kürtlere karşı ittifak yapıyor. BAAS rejimi ve Türkiye, Suriye’de Kürtler konusunda yüzde yüz anlaşıyorlar. Aralarında hiçbir çelişki yok. BAAS, ‘Kürtler haindir, burada hiçbir hakları yok’ diyor, Türk devleti de ‘Kürtler bölücüdür, sınırlarımızda olmayacaklar, hiçbir yerde statüleri olmayacak, yok edeceğiz’ diyor. İkisi de yok etme üzerine anlaşıyor. İşte bu anlamda bugün 15 Ağustos’u ne kadar iyi temsil edersek o ruhu ya da tarihselliğini, gerekliliğini, zorunluluğunu bilince çıkarırsak aslında her Kürt genci, her Kürt kadını bir Agit, Kemal, Mazlum, Hayri olur. Çünkü onlar en zor koşullarda en zorunlu görevleri yerine getirdi. Başka yolu yoktu, kaytaramazlardı yani! Ya yok olmayı kabul edeceksin ya da gereken bedeli ödeyerek düşmana yolu açmayacaksın.
Düşmanın imha ve yok etme makinası müthiş çalışıyor. Ona takoz koymak; durdurmak gerekiyor. Bu da nasıl olur. İşte Hayri ölüm orucunda açıklama yaparken, son sözleri olarak ‘Kürdistan’da kim sömürgeciliğe karşı mücadele yürütecekse silahlı mücadele yürütmek zorundadır’ dedi. Partinin bu konuda zaten daha önce tarihi belirlemeleri ve değerlendirmeleri vardı. Ama Hayri kendi yaşadıklarıyla tecrübeleriyle de bunu dile getirdi. Ölümün bile yetersiz olduğunu. Kürtler için hayatını vermenin feda etmenin düşmanı durdurmaya yetmediği biliniyor onu için daha fazlasını yapmak gerekiyor. Çünkü Kürtler dağınık örgütsüz, düşmanlar arasında paylaşılmış, onun için düşünen onun için çalışan büyük insanlara kadrolara ihtiyacı var. Hayri ölüm orucuna gidecek başka çaresi yok. Onun için ‘Ben ölürsem mezar taşıma halkıma borçluyum yazın’ dedi. Çünkü halkı için daha fazla şeyin yapılması gerektiğine inanıyor. Yapamıyor çünkü onun için artık yolun sonudur hayatını feda ediyor. Burada derin bir kavrayış derin bir sorumluluk duygusu var. Şimdi işte o ruha sarılmanın zamanıdır.
15 Ağustos bugün güncelliğini nasıl koruyor?
15 Ağustos tarihselliğini, güncelliğini, diriliğini koruyor. Aslında bizde bir şey tarih olmadı. 14 Temmuz tarih olmadı, 15 Ağustos tarih olmadı. Yani tarihte kalmadı, işte bir döneme özgüydü. Tarihimizi öğrenelim, bilelim geçelim öyle değil yani. Türkiye bırakmıyor, tarih olsun. Acılara acı katıyor, inkara inkâr katıyor. Düşmanlığa düşman katıyor. Dolayısıyla güncelleşiyor. Günlük olarak yaşıyoruz. Bu açıdan 15 Ağustos günümüzde varlığını sürdürüyor.
O gün nasıl karanlıklar nasıl yarılmak, Kürtlerin korkuları nasıl yıkılmak isteniyorsa, düşman hazırlığının saldırganlığı durdurulmak isteniyorsa, şimdi de aynı biçimde Kürt inkarı, imhası, tasfiyesi, jenosidi durdurulmak zorundadır. Türkiye’nin Kürtler üzerindeki projesi jenosittir. Başka hiçbir izahı yok. Dili, kültürü, varlığı yasak bu yok etmedir tarihten silmedir. Jenosidi durdurmalıyız yani. Bütün Kürt halkı savaşanları, öncüleri, gerillaları bütün Kürdistan parçaları bütün Kürdistani partiler, dünyadaki bütün halklar, demokratik çevreler, soykırıma-faşizme karşı olanlar Kürtlerin bu haykırışını ve direnişini duymalı.
Yani Yahudilerin, Ermenilerin başına gelen şimdi Kürtlerin başına gelmesin bunu durdurmak gerekir. Kürtlerin bunu durdurma potansiyeli gücü var. Dünya da eski dünya değil, belli bir deneyimi var, hızlı iletişim haberleşme imkânı var. İşte Kobanê’de dünyada güçlü bir ses çıktı. Serêkaniyê’de yine öyle. Bugün daha fazla da olabilir. Bu sessizliği aşmak lazım. 15 Ağustos’a ses vermek, anlam vermek, bütün Kürdistan gençliği, kadınları, özgürlük arayışçıları, gerçek yurtseverler, dindarlarından Alevisine, Alevisinden Êzidîsine herkes zulme, haksıza karşı 15 Ağustosların direniş ruhunu sahiplenmelidir. Yoksa Kürdistan’da soykırım faciası durdurulamaz.
‘ORTADOĞU’DA SAVAŞAN SADECE KÜRTLERDİR’
Türk devleti Kürtlere karşı bu kadar yoğun saldırıyor. F-16’lar vızır vızır dönüyor. Dünyada sessiz, haberi bile olmuyor. Hiçbir devlet Ortadoğu’da Türklerle bu şekilde savaşamaz. İran savaşamaz, Irak zaten savaşamaz, Suriye zaten TC işgali altında, Yunanistan’ın hali belli Kıbrıs’ı 40 yıldır ellerinden çıkaramıyorlar. Gittiler, en son Ermenileri vurdular. Rusya savaşı göze almıyor, NATO üyesi diye. Savaşı göze alan ve Ortadoğu’yu savunan sadece Kürtler kalmış. Ve bütün ordu frensiz, dizginsiz, kuralsız uçaklarla Kürtleri bombalıyor. Kürtler savunma silahlarına sahip değil. Hava savunma silahlarına sahip değil. Basit tekniklerle ama ağırlıklı yürek gücüyle büyük bir iradeyle, fedai bir ruhla bu savaşı karşılıyorlar. Türkiye bu şekil saldırırsa ikinci gün Şam’dadır. Bir KDP’ye yüzünü görse KDP 24 saat bile savaşamaz, mümkün değildir. Onun için herkes 15 Ağustos, 14 Temmuz ruhunu PKK’de ortaya çıkan gerillalaşmayı, savaşçı ruhu doğru okumalı, hakkını teslim etmeli.
Katılamayanlar, güç getiremeyenler en azından hakkını teslim etmeli. Yüksek bir takdir gerektiriyor. İnsanlar bu kadar uçak saldırısı altında bırak savaşmayı yaşayamaz, barınamaz. İnsanlar tren istasyonuna yakın yerlerde ev bile satın almıyor. Uçakların olduğu yerlerde, şehirlerde yaşamak istemiyorlar. Ama düşmanın gördüğü yerde, vurduğu coğrafyada sen aylarca, yıllarca bu halde direniyorsun, savaşıyorsun. Aslında savaş tek taraflıdır. Elindeki tüfek, keleş uçağa isabet etmiyor. Büyük bir irade var. Büyük bir gönül koyuş var. Savaşın karakterini iyi anlamalı.
‘KÜRTLER BİRLEŞİRSE BU DENGE DEĞİŞİR’
Türkiye bütün iddiasıyla bitti bitireceğim demesine rağmen tamam Kürtlere zarar veriyor ama sonuç alamıyor. Rahat değil, bir yandan diyor ‚terörü kovalıyoruz, inlerine giriyoruz. Nefesimiz enselerinde, nefes alamazlar.‘ Bir yandan da ‚Türkiye’nin bekası tehlikede‘ diyor. Bütün muhalefetini teslim almaya çalışıyor, işte aman aman diyor ‚teröre karşı birlik olalım.‘ Amerika’nın, NATO’nun boğazını tutuyor, ‚teröre karşı tek başına savaş olmaz‘ diyor. Uluslararası destek gerekir. İşte ‚DAİŞ’e karşı yaptığınız gibi birleşip PKK’yi de temizleyelim.‘ Halen uluslararası destek istiyor. Bu aldığı desteklere rağmen bütün uçaklarını, tekniğini oradan alıyor. Şimdi Amerika ve Avrupa PKK’yi terörist ilan etmeseydi, Türkiye bu savaşı yürütemezdi. Onun lüksünü kullanıyor. Ama buna rağmen çelişkileri halen yoğun. Bu yetmiyor, bana daha büyük destek vermeniz lazım, diyor. Bir yandan işte küçümser, eziyorum, kovalıyorum, derken diğer yandan da devlete içeriden-dışarıdan peşkeş etmiş. Her türlü tavizi vermeye hazırdır. Kürtler birleşirse bu dengelerin hepsini değiştirebilir.