Çin Komünist Partisi, kuruluşunun 100. yılını kutladı. Devlet Başkanı Xi Jingping’in konuşmasında parti iktidarının güçlendirilmesine dönük milliyetçi ve giderek artan ABD tehditlerine karşı da kararlı ve özgüvenli bir söylem hakimdi.
ÇKP Birinci Kongresi 23 Temmuz 1921’de Şanghay’da gerçekleşmişti. 1911’de imparatorluk yönetimine son veren Çin halkı aslında Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşadığı bir kafa karışıklığı ve şaşkınlık ile maluldü. Batı karşısında yaşanan sürekli gerileme, sahip olunan görkemli bir tarihe rağmen ülkenin dört bir yanının emperyalist ülkelerin etkinlik alanlarına dönüşmüş olması ve en önemlisi de bu durumun hangi yeni değerler ekseninde bir araya gelinerek aşılabileceği noktasında belirgin bir akımın öne çıkamayışı 1911-1919 dönemine damgasını vurdu. Bir taraftan Qing Hanedanı’nın Yuan Shikai tarafından Restorasyonu girişiminin istikrarsızlığı daha da artırması (Bertolucci’nin Son İmparator filmini hatırlayalım), savaş lordlarının ülkenin farklı bölgelerinde hakimiyet kurması diğer yandan da Batı ülkelerinin 1. Dünya Savaşı’nda yaşadığı iç çekişmelerden fırsat yaratan Japonya’nın saldırganlığı milliyetçi tepkinin güçlenmesine sebep oldu. Almanya’nın boşalttığı bölgelerin, Shantung başta olmak üzere kendisine bırakılmasını isteyen Japonya karşısında direnemeyen restorasyon monarşisi ülkeyi yönetme kapasitesini bütünüyle kaybetti. 1. Dünya Savaşı sonunda Batılı emperyalist ülkelerin denetiminde gerçekleşen Paris Barış Konferansı ve Versaille Antlaşmalarında Almanya’nın Çin’deki etki alanlarının Japonya’ya devredilmesinin kabul edilmesiyse modern Çin’in doğumunda dev bir adım olan 4 Mayıs 1919 gençlik hareketini yarattı. Birkaç günlük kitlesel ve şiddetli bu harekette hem Ekim Devrimi’nin yarattığı direnme güdüsünün hem de modernleşmeci ve antiemperyalist milliyetçiliğin etkilerini gözlemleyebilmek mümkündür. Hem komünist partisi hem de milliyetçi parti Koumingtang için referans verilen bir halk ayaklanmasıdır 4 Mayıs. .. Dolayısıyla Çin’de komünist hareketin genetiğindeki milliyetçi dozu hiç akıldan çıkarmamak gerekir.
Japonya’nın yıkıcı gücü Çin’i 20. Yüzyıl boyunca istikrarsızlaştırarak mücadeleci komünist dinamiklerin güçlenebileceği koşulları yarattı. 2. Dünya Savaşı sonunda atılan atom bombalarının emperyal heveslerini radikal bir biçimde kırdığı Japonya’nın devreden çıkması sonrasında ise komünistlerin iktidara gelmesi için çok zaman geçmesi gerekmedi.
Çin Devrimi’nin eşsizliği çok uzun evrelerden ve deneyimlerden geçmesi, yok oluş eşiklerinden her seferinde kurtulmayı başarması ve iyi huylu bir salon partisi olma tuzağına asla düşmemesidir. Burada Mao’nun sürekli devrime ve çatışmaya inanmış, partiyi sürekli gerilim içinde tutmayı önceleyen yönetme tarzının belirgin etkisi yadsınamaz. ÇKP’nin 100 yılı, Çin için bir Utanç Yüzyılı’nın sona ermesi ve küresel ölçekte muazzam bir yükselişi simgeliyor.
Tabii bu yükselişin ezilenlerin küresel ölçekteki mücadelelerine bir katkısı var mıdır? Bunu iki çerçevede değerlendirmek gerekir. Sovyetler Birliği’nin 1959’daki rejiminin mahiyeti her türlü tartışmaya açıktır ancak şurası da açıktır ki Sovyetler Birliği olmasaydı Küba’nın şanlı devrimi ayakta kalamazdı. Kruşçev’in o zamana kadar ABD’ye satılan şeker kamışlarını almayı kabul etmesi ve Küba’ya balistik füze başlıklarıyla donatmaya çalışması Küba’nın yaşamasını mümkün kıldı. Bugün Çin’in özellikle kapitalizmden kopmaya çalışan başta kimi L. Amerika ülkeleri için çok önemli bir dayanak haline geldiği görülüyor. Çin sahip olduğu mali ve teknolojik kapasite ile bu rolü fazlasıyla oynayabilecek bir potansiyele sahip. Dolayısıyla Çin’in giderek artan küresel politik gücünü klasik anlamda bir emperyalist güç olarak görmek, ÇKP’nin Sovyetler’i eleştirmek için 1960 sonrasında ürettiği sosyal emperyalizm tezlerindekine benzeyen bir aşırılık olacaktır. Hele de ABD tarafından Çin’e karşı yeni bir şer ittifakı inşa edilmeye çalışılırken Çin’i ABD ile denk bir emperyalist güç olarak görmek büyük bir yanlış olur. Fakat Çin’in Erdoğan gibi görüntüde Batı karşıtı kimi neo-faşist güçlere de sıcak mesajlar vermekten çekinmeyeceğini, iktidarda olmayan sol için kayıtsız ve hatta düşmanca bir rol oynayacağını da şimdiden görmek de gerekir. Çin sonuçta ulusal çıkarlarını esas alan bir dış politika izliyor. Bu açıdan idealist ya da revizyonist güç değil, oldukça realist (Uluslararası İlişkiler teorisi anlamında) bir çizgide ilerlemeye çalışıyor.
Çin’de uygulanan reform politikalarını bir tür uzun NEP olarak görmek mümkün mü? Üretici güçlerin geliştirilmesini sosyalizmin bir koşulu olarak gören bir bakış açısına göre piyasalara alan açan bir ekonomik programla ilerlemek mümkün. Teorik olarak buna tamamen karşı çıkmak mümkün değil. Sosyalizmi kurmak için topluma ödetilmesi gereken bedeller, ezilenleri iktidardaki komünistlere karşı bütünüyle yabancılaştıracaksa NEP’in uzun süre uygulanması çok daha iyi bir seçenek. 20. Yüzyıl sosyalizmini yenilgiye uğratan küçük burjuvazinin temsil ettiği kapitalist üretim ilişkileri değil bu yabancılaşma oldu. Kendi köylüsünden ve ekolojisinden başka sömürecek kaynağı olmayan 20. yüzyıl sosyalizmleri, toplumun yabancılaşmasının bedelini ağır ödedi. Örneğin Çin’de reform döneminde 1981-1996 döneminde ortalama kırsal kişi başı gelir reel olarak 683 yuandan 2101 yuana çıkmış ki bu yükseliş aslında Çin kırlarının 1989’da ortaya çıkan rejim değişikliği olasılığına tamamen kayıtsız kalmış olmasını da açıklıyor. Çin son 40 yıldaki olağanüstü ekonomik hamlesini işçi sınıfının çok yoğun sömürüsüne ve kırlardaki rezerv işgücünün devasa proleterleşmesine borçlu. 20. Yüzyıl kolektivizasyonu köylülüğün yoğun sömürüsüne dayanıyordu, günümüzün Çin mucizesi ise işçi sınıfının aşırı sömürüsünden kaynaklanıyor. Burada ortaya çıkaran artığın önemli bir kısmının parti-devlet tarafından etkin bir kalkınma projesinin finansmanında kullanılması bu gerçeği değiştirmiyor. Son yıllarda işçi ücretlerinde yaşanan artışlar kısmi bir düzeltme olsa da ana doğrultu değişmiş değil.
Bir sosyalist ülkenin böylesi bir yol izleyebilmesi için ancak toplumun da siyaset üzerinde etkinlik kazanacağı bir siyasi biçimin varlığı koşulunda mümkün olabilir. Toplumun kendi ödeyeceği bedelin seviyesi üzerinde söz sahibi olamadığı bir sosyalizmin kırıntısı dahi yaşayamaz. Partinin, ciddi bir gözetim toplumu inşasıyla işçi sınıfının öz örgütlenmelerine izin vermediği ve süreci tamamen yukarıdan aşağıya tek taraflı olarak idare ettiği bir koşulda bu yaşananların sosyalizm adına takdis edilmesi mümkün olamaz, buradan küresel ölçekte işçi sınıfını ve ezilenlerin ölümüne bir mücadeleyle katkı sunacağı bir sosyalizm modeli elde edilemez. Kalkınmacı devlet modelinin sosyalizm adına kullanılabilmesi ancak kurumsallaşmış bir sosyalist demokrasinin, güçlü sınıf örgütlenmelerinin dengeleyici işlev görebildiği bir toplumda mümkün olabilir. Lenin’in “elektrifikasyon+ Sovyetler = Sosyalizm” formülü bu anlamda hala geçerli. Önümüzdeki günlerde Çin ile ilgili daha çok tartışmaya devam edeceğiz.
Karşı Mahalle