Oktay ile Faysal’a,
Pasaj içindeki lokalin önünde iskambil oynuyorlardı, hemen yanlarına oturmuş sessizce oyunu seyrediyordum. Havada acayip bir yaz sıcağı hüküm sürüyordu. Tek katlı, çatısı beton binanın içinde kimse yoktu. Sadece çay ocağında çalışan çaycı bazen bardakları dolduruyor ya da kirlenenleri yıkıyordu. Kan ter içindeydi, hemen karşısına yerleştirdiği vantilatör onu serinletmeye yetmiyordu. Arada bir, ortalarda dolaşan garson doldurduğu tepsisini alıyor, ‘burası söğüt gölgesi değil’ diyerek belirli aralıklarla çay servisi yapıyordu. Öndeki masaların çoğu doluydu. Herkes kendi halindeydi, kimisi iskambil, kimisi okey oynuyor, bazıları da sohbet ediyordu. İçeriden yayın yapan radyonun kısık sesi dışarıdan yeterince duyulmuyordu. Hemen yandaki masada oturanlardan birisi kolunu baş hizasına kadar kaldırdı, açık pencereden içerideki garsona seslendi.
“Mehmet, su verir misin? Soğuk olsun!”
“Hocam, hemen şimdi geliyor!”
Aynı kişi başparmağı ile işaret parmağını birleştirirken diğer parmaklarını kapattı. Elini burgu gibi döndürdü, aynı anda başını yukarı kaldırdı.
“Radyonun sesini de biraz aç!” dedi.
Haberi duyduğu anda sanki yıkılmış gibi tarifsiz bir hüzünle elindeki iskambil kâğıtlarını masanın ortasına attı, hemen yanımdaki Işık hoca. Başını çevirip sıkıntı ve endişe ile bana baktı kıstığı kara gözleriyle.
“Sakın o olmasın!”
Kederle gözlerimi kısarak gözlerinin içine baktım. Yüzü gerilmiş, sanki kanı çekilmişti. Her iki elini kaldırdı, başından aşağıya, ensesine doğru götürürken derin bir nefes aldı. Bacaklarını öne doğru uzattı, sırtını sandalyeye iyice dayadı, duramadı, yerinden fırladı.
“Oktay mı?”
Radyo, Adana’da sol gruplar arasında çıkan kavgada iki kişinin öldürüldüğü haberinin ayrıntılarına geçti. Işık hoca gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine koydu. Başını öne doğru eğerken gözlerini ovuşturdu, sonra karşısında oturana baktı. Çatallaştı kederli sesi.
“Çok dürüst, efendi öğrencilerimden biriydi.”
Orta yere bomba düşmüştü sanki. Herkes put gibi oldu, çıt çıkmıyordu. Pasaj içinde, uzakta birkaç kişi başıboş dolaşıyordu. Hemen yandaki Kürt Emin’in lokantasında kimileri iştahla yemek yerken bazıları lokanta içinde yürüyordu, oturanlar da vardı. Kısa bir sessizlikten sonra yan masadan biri sordu.
“Öldürülen kim?”
Aynı masada oturan diğeri araya girdi.
“Hocam, belki başka birisidir!”
Burası, bir kısım öğretmenin bir araya geldiği, TÖB-DER lokallerinin aksine daha çok iskambil, ama bunun yanında kumar da oynanan, diğer yerlere göre müdavimlerinin kendi aralarında daha rahat içki içip eğlendiği, yarı kahvemsi, yarı kulüp gibi bir yerdi. Sol görünümlü bir partiye eğilimli olan müdavimleri, ara sıra politikadan konuşsa da bir tür tekke gibi çoğunlukla aynı kişiler bir araya gelir, kendileri dışından insanları pekte aralarına almazlar, başkalarına biraz da tepeden bakarlardı.
Seyrekte olsa yolu buraya düşerdi Işık hocanın. Kederden adeta geberiyordu.
“Nasıl da boynunu büküp ama hocam diye başlardı,” dedi kahırla.
Başımı tarifsiz bir hüzünle sağa sola salladım.
“Oktay, ne kadar sakin, iyi niyetli, dost canlısı biriydi, böylesi bir ölümü hiç hak etmedi,” dedim.
Hayali gözümde canlandı. Kafa dinlemek istediğim, değişik ortam aradığım zamanlarda bazen yurttan kaçardım. Arada bir Aktan’ın evine gittiğim zamanlarda onunla da karşılaşırdım. İstiklal mahallesinde, ayrı ayrı dört odası olan, tuvaleti, banyosu ortak kullanılan bir evdi. Küçük bir pencereye sahip odalardan birinde Aktan bir arkadaşı ile kalırdı. Aynı odanın paravanla kapatılmış bir köşesini mutfak olarak kullanırlardı. Her tarafı beton olan sokakta hiç ağaç yoktu, diğer sokaklar gibi. Sıcak günlerde, evin girişine komşularıyla oturup serinlemeye çalışan ev sahibi her şeyi denetlemeye kalkışan aksi, ihtiyar bir kadındı. Arkadaşlar okulda, yurtta olan biteni değerlendirmek için bazen bu evde de toplanır, tartışırlardı. Herhangi bir grubum olmadığı için toplu halde olduklarında çekingen davranır, bazen ters bir zamanda geldiğimi düşünüp geri dönmek istediğim anda herkesten önce o boynunu büker, ‘gel arkadaşım, öyle uzak durma’ derdi. Esmer teni, zayıf vücudu, orta boyu, bükük boynu ile bazen yan yan yürürdü. Halkın Kurtuluşu grubunun okuldaki ileri gelenlerindendi.
Işık hocanın çatallaşmış sesi kararlı çıktı.
“Hiçbir ölüm şekli hak edilmez!”
‘Asıl Aktan çok kötü olmuştur, haberi duydu mu acaba? Belki de doğru değildir, içtikleri su bile ayrı gitmezdi’ diye düşünürken gözlerinin içine bakıyordum. ‘Belki dernektedir. Bir baksam mı? Işık abiye ayıp olur mu?’
Sevgi dolu, müşfik bir edayla halimi anlamıştı sanki.
“Aktan duydu mu acaba?”
“Ben de onu düşündüm, onu bulsam, ne iyi olur.”
“Tamam, git!” dedi elini kaldırırken.
Yavaştan kalktım, çay parasını verecek oldum ama fırça yedim. Endişeyle derneğin yolunu tuttum. Zaten hemen yan sokağın başındaydı. Arka kapısından girdim, aradım. İçeride yoktu. Dama çıktım. Çınar ağacının gölgesinde bir arkadaşı ile oturuyordu. Sohbet ederken meraklı gözlerle çarşıyı, meydanı seyrediyorlardı.
“Merhabalar!”
Kuşkuyla baktı Aktan.
“Merhaba!”
Kıvırcık saçları, yuvarlak, tombul, benekli yüzü, kemerli burnu, ela gözleri, hafif peltek konuşma şekli, toplu vücudu ile duygusal, sevecen birisiydi Aktan.
“Ne haber, nasılsın?”
“İyi değilim, radyodan bir haber duydum, doğru mu?”
“Evet!”
Ayağa kalktı, derin nefes aldı. Sıkıntılı bir şekilde ileri doğru yürüdü, geri gelip oturdu, konuşmak istemiyor gibiydi. Ulu çınar ağacının yaprakları bile kımıldamıyordu. Kasvetli havada acayip bir sıkıntı vardı. Sigara uzattı, almadım, birlikte yaktılar. Derin bir nefes çektikten sonra başını yukarı kaldırdı, o anda ağzından, burnundan dumanlar boşalıyordu.
“Oktay ile birlikte Faysalda…”
“Evet, duydum, ama o kim? Hatırlayamadım.”
“Görsen tanırsın! Erkek Lisesinden, hani bombanın patladığı gün o da vardı Yapı Meslek önünde. O günü hatırlıyor musun?” diyen Aktan başını çevirdi.
“Evet, bombanın patladığı anı unutmak mümkün mü?”
“Neler olmuştu?” dedi diğeri.
Hüzünle bakarken anlatmaya başladım:
“Herhangi bir gündü. O sabah hava kapalıydı, yağmur başlamak üzereydi. Voleybol sahasının file direkleri yerinden sökülmüş, saha kenarına yatırılmıştı. İdari binanın önündeki yüksek sütunların dibinde, taş zeminde yan yana dizilmiş bir sürü öğrenci oturuyordu. Bazı sütunların en tepesinde, çamurdan yapılmış yuvalarında kırlangıç yavruları ötüşüyordu her zamanki gibi. Hemen önlerindeki kauçuk ağacının iri yaprakları esen yelden sallanıyordu. İnşaatı henüz bitmiş yeni bloğun dibinde duran Elif yanındaki iki arkadaşı ile konuşurken el kol hareketleri yapıyordu; üzerinde her zaman giydiği bol paçalı, siyah pantolonu ile yeşil forması vardı. Sen yine Oktay ile birlikteydin. Yanında birileri de vardı. Her iki binanın arasında meydanda üçer beşer gruplar halinde öğrenciler zilin çalmasını beklerken kimisi yürüyor, kimisi de sabah mahmurluğu ile elinde kitaplarla miskin miskin öylece duruyorlardı. Meydandaki kürsüye müstahdem kel Murtaza törende kullanılacak mikrofonu yerleştirmekle meşguldü. Spor salonuna doğru uzayıp giden tek katlı atölyelerin yanındaki dersliklerin çoğunun pencereleri açıktı. Geçen sene ölen, son günlerinde gözleri iyi görmeyen, gözlüklü mekanikçinin, kimi haylaz öğrencilerin Mal Nuri diye lakap taktığı o sevimli hocanın sınav yaptığı öğrencilere pencerelerden kopya veren İmat, Necati’yi görünce hınzırca gülümsedi. Necati bisikletini kilitlemek için diğerlerinin yanına doğru götürüyordu. Hemen önünde bir sürü bisiklet vardı. Az ötede bakım atölyesine doğru yürüyen İbrahim Hocayı gören İmat ciddileşti, başını ürkekçe sallayarak hocayı selamladı. En uzakta trafik sahasının kenarındaki çam ağacının altında oturan kalfa adayı yetişkinler kendi hallerindeydiler. Bu sırada sütunlu idari binanın üst katındaki pencereden aşağıyı seyrediyordu müdür. Onu görünce saygıyla başını salladı: ‘Günaydın İsmail Bey!’ dedi. ‘Günaydın hocam!’ diye karşılık verdi. Şasi İsmail palmiyenin altına park ettiği arabanın kapısını kilitliyordu. İyice yaklaşan Arap Zambo’yu ancak o an fark edebildi. İri yarı, esmer, göbekli, yuvarlak, benekli yüzüyle okulun kebapçısı badi badi yürüyerek sabahın köründe ekmek teknesine doğru ilerliyordu.”
Aktan başını kaldırdı.
“O sırada sen neredeydin?” dedi.
“İri yağmur damlaları kauçuk ağacının yapraklarına düşmeye başladığı sırada ben ağacın altında oturuyordum. Arkadaki sınıfta şakalaşan öğrencilerin bağırış çağırışları arasında yanımdaki arkadaşıma haydi kalkalım dediğim sırada korkunç bir gürültüyle patlayan bomba sesi ile yerimden fırladım. Sanki yer yerinden oynadı, çok yakında gibiydi. Pencereler şangırtıyla sallandı, açık pencereler çarptığı anda camlar kırılıyordu. Kırlangıç yavruları panikle ötüşerek yuvalarına sindiler. Kauçuk ağacındaki serçeler çil yavrusu gibi etrafa dağılarak uzaklaştı. Müdür, tarifsiz bir telaşla pencere önünden kayboldu. Zambo gayri ihtiyari İsmail Hocaya doğru meyletti, ikisi birden araba ile duvar arasına saklandılar. Elif ve arkadaşları duvarın dibine sindi. Meydandaki öğrenciler anlık büyük bir şaşkınlıktan sonra kimisi yere atlarken bazıları sağa sola kaçıştı. Necati bisikletini bırakıp dersliklerin dibine bisikletlerin arka tarafına yöneldi. İbrahim Hoca olduğu yerde tepkisiz kalakaldı. Ben, yanımdakilerle birlikte sütunların arkasına doğru yöneldim. Kel Murtaza mikrofonu bırakarak kürsünün altına doğru atıldı. Kısa bir şaşkınlıktan sonra arkamızdaki pencerelerden dışarı atlamaya başlayan kimi öğrenciler meydana doğru seğirtti. Bazıları sesin geldiği tarafa doğru koştu. O sırada uzaktan, bakım atölyesi tarafından gelen çığlık kulaktan kulağa yayılırken duvarlarda yankılandı: “Erkek Lisesini bombaladılar!”
“Sonra neler oldu?” dedi diğer arkadaş.
Aktan’a döndüm.
“O anda size bravo yani,” dedim, “ne çabuk ortaya fırladınız. Bir yandan Oktay, sen, İbo diğer taraftan nereden geldiği belli olmayan ama o anda hemen ortalığa atılan Fikri, Ahmet, Hacı, Hasan çok kısa sürede ne güzel bir araya geldiniz, ortalığı sakinleştirdiniz.”
“O durumda paniğe kapılmak en kötüsü. Herkes bir tarafa kaçışırsa panik daha da artar. Birilerinin sakin, kararlı, güven veren bir şekilde müdahale etmesi lazım, mecbursun böyle olmaya.”
Aktan elindeki sigarayı dudaklarına götürdü.
“O sırada sen ne yaptın?” diye sordu.
“İlk paniği atlattıktan sonra meydanda toplanan gruba katıldım. Kısa sürede meydan dolmuş, hınçla slogan atılmaya başlanmıştı, yüzler gergindi. Yeni binanın giriş kapısı önünde, elinde uzun sopası ile beliren müdür yardımcısı, ‘Çocuklar iyi misiniz, yaralı kimse var mı?’ diye sordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Birisi, ‘Hocam, şu ana kadar kötü bir haber yok!’ dedi.
Kalabalık arttıkça, şaşkınlık iyice öfkeye dönüştüğü zaman herkesi kendi haline bıraktı hoca. Zaten elinden bir şey de gelmezdi.
“O zaman sizin faşistlere ne oldu?” dedi arkadaş. “Karşılık veren oldu mu?
“Onlar mı? Birer, ikişer Denizli Mahallesi tarafına kaçıp gözden kayboldular, bazıları çıkışta yakalandı, dayak yedi. Ne yapsaydık yani, adamların gözü dönmüş, tabi Erkek Lisesinden tamamen temizlendiler, zaten bu yüzden bombayı patlattılar ya,” dedi Aktan.
“Bombayı nasıl patlatmışlar?”
Aktan ona döndü.
“Bir saatli bomba,” diye karşılık verdi, “daha sabahın sekizi bile değildi. İstiklal marşı töreni için henüz toplanmak üzere olan öğrencilerin yakınına, bahçe duvarının iç tarafına yerleştirilmiş, neyse ki erken patlamış.”
“Ne kötü,” dedim, “asırlık okulun bahçesinde yeni filizlenmeye başlayan dallarıyla yüksek, yaşlı ağaçların, tarihi binaların arasında bekleşen öğrencilerin, öğretmenlerin güne, haftaya bir bomba ile başlamaları, ne kötü!”
Aktan gözlerini kıstı.
“Galiba bombacı acemiydi,” dedi, “belki de özellikle ölü çıkmasını istemedi; gözdağı vermek, yüreklere korku salmak için patlattı. Törenden kısa süre önce patladığı için büyük bir faciadan dönüldü.”
“Ama her şey bir tarafa, polisin caddeyi, kapıları tutup herkesi içerde tutmaya çalışmasına ne demeli!” dedim.
“Şaşmamak gerek, işleri o. Patlayan öfke selini, iletişimi engellemek için ucuz numara. Duvar üzerinden atılan kâğıt sarılmış taşların canı sağ olsun. Protesto yürüyüşü çok güzel olmuştu ama. Bir süre sonra kapıyı mecburen açtılar, öğrencilerinin neredeyse tamamına yakını bizim okul ile Endüstri Meslek Lisesinin kapısına dayandı. Bir kısmı ‘motor dışarı’ diye bağırıyordu. Biz zaten hazırdık.”
“Bir ara okulun önünde idim. Hep birlikte Yapı Meslek Lisesine yöneldiğimiz sırada dehşet ve korku içinde sakat bacağı ile yürümeye çalışan Gazi’yi gördüm, hal hatır sordum. ‘Ne haber, nasılsın, patlama nasıl oldu?’ dedim. Benimle pek konuşmak istemedi, hareketlerimi sürekli takip etti. Ben kalabalık arasında sözü fazla uzatmadım. Grup içerisinde yürürken o sessizce önümden uzaklaşıp tedirgin haliyle kalabalığa karıştı. O gün bir daha görmedim onu, sanırım kısa süre sonra gruptan ayrıldı. O zamandan beri ne zaman beni görse o günü hatırlatır, işaret parmağını sallayarak ‘militan’ diye homurdanır.”
“Boş ver onu, zaten kendi halinde sağ eğilimli birisi değil mi? Nereden nereye geldik, Oktay ile başladık, söz döne dolaşa nerelere geldi.”
“Yok, Faysal’ı hatırlayamadığım için.”
“Hah, tamda oraya geldik. Yapı Meslek Lisesine vardığımız zaman polis ve idare kendilerince gerekli önlemleri aldığı için ortalıkta kimse görünmüyordu. Yapı dışarı diyen ısrarlı çağrılardan bir süre sonra herkesin sabrı taşmaya, öfke şiddeti artmaya başlamıştı. Öndeki kimi öğrencilerden bir kısmı okulun ana caddeye açılan büyük demir kapısını sarsmaya, buna engel olmaya çalışan görevliye kapıyı açması için daha fazla bağırmaya başlamıştı. Tansiyonun iyice yükselmeye başladığı anda Faysal ile Ahmet kitleyi sakinleştirmeye çalışmıştı. Hatırladın mı şimdi Faysal’ı? Kitlenin hemen önünde, kapının yanında okul duvarına çıkmışlardı.”
“Tamam, hatırladım,” dedim. “Duvara çıkıp demirlere sırtı dönük bir halde tutunarak kitleye seslenmişlerdi. Ahmet: ‘Arkadaşlar, kışkırtmalara gelerek haklı iken haksız duruma düşmeyelim. Bunların istedikleri zaten böyle bir şey! Tükenmekte oldukları için daha da saldırganlaştılar!’ türünden sözler söylemişti. Son günlerde öğrenciliği tartışmalı hale gelmiş, sürgün edilme ihtimali konuşulmaya başlanmıştı. Üç yıldır aynı sınıfta idik. Özellikle son yılda politikleşen okul ortamında iyiden iyiye öne çıkmıştı. Sık sık okul müdürü veya disiplin kurulu tarafından çağrılır, bazen birkaç günlük okuldan uzaklaştırma cezası alırdı; ama tüm bunlar artık yetmediği için öğrencilik hayatı farklı bir döneme giriyordu.”
Aktan,
“Daha sonra biliyorsun, zaten İzmir’e sürüldü, orası da okula almayınca öğrencilik hayatı bitti, daha sonra ne yaptı bilmiyorum,” diye söze devam etti.
“Bazen sınıfta özellikle iki saatlik sosyoloji dersini seminere dönüştürür; devlet, aile ve özel mülkiyetin kökeni hakkında konuşur, hoca ile uzun boylu tartışmalar yapardı. Bilgisi hiç fena değildi, derinlikliydi. Tane tane, hocaya saygısızlık etmeden konuşurken hoş bir tartışma ortamı olurdu. Bazıları çok sinir olsa da seslerini çıkaramazlardı. Bu durum bir yanı ile hocanın hoşuna giderdi, ama inisiyatif elinde olmak kaydıyla. Orta boyu, yuvarlak yüzü, alnı biraz açık, hafif dalgalı, siyah saçları, çakır gözleri ile pire gibiydi, küçük ama hızlı adımlarla yürürdü. Abisinin Cevat Yurdakul’un ekibinde baş komiser olduğu söylenirdi.”
“Ahmet konuşmasını bitirdikten sonra benzer bir konuşmayı Faysal yapmıştı. Daha sonra idare ve polisle konuşmak üzere ortak bir karar alındı. Neyse, bunlara gerek kalmadan okulun bahçesinde birer ikişer öğrenciler görünmeye başladı, kapıyı açmak zorunda kaldılar.”
O zamana kadar sandalyeye oturmuş bir halde bizi dinleyen yanımızdaki arkadaş ayağa kalktı. Güneş açısını değiştirmiş, gölge yana kaymıştı. Tabureleri gölgeye taşıdıktan sonra devam ettim.
“İyi de, bu kadar konuştuk ama hala nasıl, nerede öldürüldüklerini söylemedin?”
“Yapı Meslek ile birleştikten sonra ne yaptınız?” derken merakla baktı arkadaş.
“Yağmurun şiddeti iyice artmıştı,” dedi Aktan, “sırılsıklam olduk. O halde okullar bölgesinden, Seyhan nehrinin kenarında, taş köprünün karşısındaki Vilayet konağına marşlar, sloganlar eşliğinde öfke ve hınçla yürüdük. Yolda halkımız saflara diye çağrı yaptık. Vilayet konağı önünde sıkılı yumruklarla yapılanların hesabının sorulacağını haykırdık, devrim antları içtik. Temsilciler, Valiliğe taleplerimizi iletti. ‘Öğrenim özgürlüğü, can güvenliği!’ diye uzun süre slogan atıldı. En sonunda nihayet valilikten bir görevli, elindeki hoparlör ile binanın ikinci katında göründü. Sloganlar arasında kitleyi sakinleştirmeye çalışan bir konuşma yaptı: Arkadaşlar, sevgili öğrenciler! Herkesin içi rahat olsun, suçlular en kısa sürede yakalanıp adaletin şefkatli kollarına teslim edilecek! Hiç kimsenin bundan kuşkusu olmasın!”
“Her davranışı ne kadar da sırıtıyordu.”
“Evet,” dedi Aktan, “bu kadar acemice rol yaparak konuşan görevliye, elbette ki hiç kimse inanmadı, hatta gülüp dalga geçenler bile oldu. Ama yapacak başka bir şey olmadığı için eyleme son verilerek okullara dönme kararı alındı. Bazıları evine gitti, grupta kalanlarla tekrar okula geldik. İşte o anda kapanış konuşması sırasında önderlik dolayısıyla gerginlik yaşandı. Bu anda Ahmet ve Fikri ile birlikte diğer birkaç kişinin yanı sıra Oktay’ın sağduyulu tavrı ortamı sakinleştirdi. En sonunda kürsüye çıkan Oktay ‘Bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da tüm sorumluluklarımızı gerektiği gibi yerine getireceğimizden hiç kimsenin kuşkusu olmasın, faşist teröre karşı gereken cevabı doğru bildiğimiz şekilde her zaman her yerde vereceğiz!’ diye haykırdı.
Aktan sigarasından bir fırt çektikten sonra devam etti.
“Oktay sözünü sloganlar arasında sürdürdü. Bu sırada okul müdürü aşağıya inmiş, ana binanın giriş kapısının yanında sessizce bizi izliyordu. Her zaman ki gibi belini hafifçe bükmüştü. Omuzlarını yukarı doğru çekerek kollarını arkadan birleştirmiş, ellerini yarım yumruk yapmıştı. Kısık gözleri ile bahçeyi süzüyordu. Badem bıyıklarını sıvazlamış, küçük burnunun üzerine yerleştirdiği gözlüğünü burnunun ucuna kadar indirmiş, tepeden bakar bir edayla etrafı seyrediyordu. Bu anda yağmur şiddetini biraz azaltmıştı, ama kısa sürede sırılsıklam olmak için yeterli idi. Okulda üç beş hocadan başka kimse yoktu. Yanımda bulunan Ahmet’in ve diğerlerinin ikircikli halini mi fark etti, bilemiyorum ama Oktay kısa konuşmasından sonra o anda değiştirdiği, hiçbir grubun olmayan, ama herkese hitap eden ortaklaştırılmış ant ile günü noktaladığı zaman herkes rahatladı.”
“Peki, nasıl öldürülmüş,” dedim, “radyo, çıkan çatışmada iki kişinin öldürüldüğünü söyledi, ayrıca haber ne kadar doğru, onu da bilmiyorum.”
Aktan:
“Arkadaşlardan haber aldım. Olay Meydan mahallesinde olmuş. Ağız dalaşı kavgaya dönüşmüş. Kasap bıçağı ile saldırmışlar, şah damarını kesmişler. Nasıl olduğu çokta önemli değil, sevgili Oktay ile Faysal’ı öldürdü katiller.”
O ana kadar metin bir şekilde konuşan Aktan’ın sesi çatallaştı, tarifsiz bir hüzündü. Gözlerini kısıp dudağını ısırdı. Dalgınlaştı, mahzunlaştı. Bir süre sonra kollarını omuzlarıma attıktan sonra gözlerimin içine baktı.
“İyi bir dosttu, yiğit bir insandı,” dedi.
Gözlerinin içine baktım, ne diyeceğimi bilemedim. Belli etmemeye çalışsa da tarifsiz kederler içindeki ela gözleri dolu doluydu benimki gibi. Her koşulda yaşama sevincini hiç eksiltmeyen bu arkadaşımın bu haline ilk defa tanık oluyordum. Ayağa kalktık, sarıldık. Gözlerimi kapattım. Üstelik Aktan arkadaşıma ölüm yakın gezerdi. Bir an için hele hele geçen yıl ki davranışına ne demeli diye düşündüm. O akşam yıldırım hızı gibi gözümün önünden geçti; çatışmanın, kavganın ortasında bile dalgasını geçmişti. Oysa ne çok sinirlenmiş, korkmuştum. O uzun akşamın sonunda ters bir yerde karşılaştığımız zaman uzaktan nasıl da bağırmıştı.
“Kıpırdamayın, ellerinizi kaldırın!”
Ne kadar zor bir geceydi; tıpkı daha önceki akşamlarda olduğu gibi. Yatsı namazından sonra ortalık yine savaş alanına dönmüştü. Hâlbuki daha bir akşam önce çarşıdaki kahvelere polis baskın yapmış, kaçak, şüpheli insan aramıştı. Sinemayı geçtikten sonra hele şükür çatışma bölgesi bitti diye iç geçirdiğim sırada havada sert sesi yankılanmıştı. Karanlıkta silueti tam görünmüyordu, kim olduğu belli belirsizdi. Tam bitti derken tampon bölgede polis mi, sağcı ya da solcu muydu? Yanlış bir hareket kötü sonuçlar doğurabilirdi. Siluet yaklaştığı zaman kahkahayı basmıştı muzipçe.
“Korkuttum değil mi?”
Sokak lambasının loş ışığında yaklaştıkça belli belirsiz görünen siluet daha belirgin bir hal almıştı.
“İyi halt ettin!”
“Öyle hemen bozulmayın!”
Onu çocukluğumdan beri ne çok sevdiğimi iyi bilirdi, zaten öyle olmasa öyle bir yer ve zamanda böyle şakalar yapar mıydı hiç. Eşek şakasının acısını çıkarmak için göğsüne yumruklar indirdim. Bu arada bir yandan caddeyi gözleyerek yolun kenarındaki duvarın dibine iyice yaklaşmıştık.
“Tamam, tamam, haklısın!”
Onu çok eskiden, ilkokul birinci sınıftan beri tanırım. Beş yıl aynı sınıfta okumuştuk. İlk zamanlar henüz kimliği olmadığından okula kayıtsız gelirdi, hâlbuki okul müdürü kaç defa kovmuştu onu. O ısrarla tekrar gelir, ağlar, ne yapar, eder, tüm sevimliğini ortaya koyar, o çocuk sever okul müdürünün yufka yüreğini delip geçerdi. Israr üzerine müdür dayanamaz, nüfus kâğıdı çıkarttırması için babasına baskı yapardı. Üçüncü sınıfa geçtiğimizde kayıtlı öğrenci olabilmişti. Sınıfta müzik dersinde duygu yüklü değişik türkülerden söylediği zaman herkes susardı. Sonradan batı müziği hayranı olmuştu; adlarını ilk ondan duyduğum şarkılar dinler, söylerdi; Tom Jones’un Dellilah adlı şarkısını duyduğunda kendinden geçer, Beatles ve Frank Sinatra’yı ne çok severdi.
“Haklıyım tabi!”
Başını kaldırmıştı.
“Haydi, fazla uzatmayalım, ne olur ne olmaz!”
Meydan tarafından ıslık sesi duyulmuştu, hızla silahını çekerek meydana yönelmiş, karanlıkta kaybolmadan önce,
“Dikkatli olun!” demişti.
İşte şimdi, bir zamanlar tanık olduğum o çatışmanın üstüne bu kadar rahatlıkla yürüyen arkadaşımla tarifsiz kederler içinde dertleşiyorum. Sarıldığım boynundan ince kollarımı ayırdım. Taburelere oturduk, sessizce meydanı seyretmeye başladık. Karşı durakta hiç taksi yoktu. Caddeden seyrekte olsa otomobil geçiyordu, sıcak güneşin altında yürüyen kimse görünmüyordu. Sessizlik oldu, ne kadar sürdü farkında bile değildik. Epey sonra kederli bir şekil mırıldandım.
“Ben kalkıyorum, canım biraz yürümek istiyor.”
“Haydi, hep beraber,” diye yanıt verdi Aktan.
Hüzün, belki de bir yürüyüşle biraz olsa azalır mıydı? Yoksa zaman mı her şeyin ilacıydı? Dost acısı unutulur muydu? Henüz çok gençtik, bıyıklarımız yeni terliyor, zaman hızlı akmıyordu.