Büyük usta Maksim Gorki sadece üç yıl okula giden, bundan sonra eğitim hayatını sonlandıran biridir, on dört yaşında iken seçerek anlayarak okumayı öğrendiğini söyler. Bu sıralar, sadece kitabın konusunun değil, tüm içeriğinin ilgisini çekmeye başladığı, bütüncül bakış açısına sahip olduğu dönemidir. Betimlemelerden tat almaya başlamanın yanı sıra karakterler üzerine de düşündüğü, yazarın amacı hakkında yargılara da varmaya başladığı zamanlardır.
Neredeyse sıfır noktasından başlayıp doğru dürüst bir eğitim almadan bu denli kendini yetiştirmesinin ilk basamaklarında hayatı çok zordur, daha on yaşlarında iken ekmeğini kazanmak zorundadır. O yaşında son derece dar görüşlü bir ailenin yanında çalışır, günleri zorlu geçer, işi ağırdır, ayak işlerini yapar, patronu acımasızdır, bu yüzden adeta kafası adeta çalışamaz duruma gelir. Ağır çalışma yaşamı, içinde fırtınalar kopartır, tarifsiz duygular yaratır, insanlara acır. Oysa ortam sert olduğundan acıma hissi hoş bir duygu değildir, sevecek insan arar, ama yoktur, böylesi bir ortamda kitaplara sığınır.
Kitaplar ruhunda yepyeni, bilmediği dünyalar açar, her kitap bir pencere demektir, böylece görmediği bilmediği insan ilişkilerini, düşünce ve duygularını tanır. Bunu fark ettiğinde şaşkınlığı olağanüstüdür, kelimelerle tarif edilecek cinsten değildir. Gündelik ilişkiler yumağında gördüğü kaba, acımasız, aşağılık şeyleri sorgular, bunlar gerçek değilmiş, gereksizmiş gibi hislere kapılır. Gerçek ve gerekli olanlar, mantıklı, güzel ve insancıl duygular sadece kitaplardadır. Böylesine dünyaları önüne seren kitaplar, ruhsal zenginlik ve yenilik demektir, başını döndürür. Kitapların penceresinden bu şekilde yaşama bakmak gözlerini kamaştırır, bir yanıyla onu körleştirir, ama yaşam pratiği körlüğünü ortadan kaldıracaktır.
Gorki en çok pazar günleri, patronu olmadığı zamanlarda okur, bunun için en sevdiği yer damdır. Burada okurken aynı zamanda etrafı rahatlıkla görür, çalışan işçileri izler, kartal yuvası gibi bir yerdir. İşçileri gözlemlerken bunlardan yaşam deneyimleri de edinir. Bazı işçiler onu takip eder, çok okuması onların ilgisini çeker, bunlarla dostluklar geliştirir, ihtiyarların anlatılarına inanmak ister, iyi insanlar da vardır, ama kitaplar başkadır. İyi insanların da olduğunu anladığında içi sevinçle dolar, müthiş mutluluk kaynağıdır, hayata başka açılardan da bakmaya başlar, insanlarla daha dostça ilişkiler geliştirir, onlara kitaplar da okur.
Kitaplar her geçen gün dünyayla bağlarını sağlamlaştırırken hayatı daha canlı, önemli hale getirir. Daha sonra kendi hayatından daha beter hayatların ve ayrıca çok daha kötü insanların olduğunu da fark eder. Bu onu biraz rahatlatır, ancak bunu doğal karşılamaz, böylesi yaşantıyla uzlaşmayı düşünmez. Zevk için yaşayan insanların olduğunu da bilir, bunları kitaplardan öğrenir.
Bazı kitapları okurken sık sık ağlar, çünkü bazı insan öyküleri sürükleyici, kahramanları öyle değerli, ona öyle yakındır ki içindeki duygu seli taşar. Ezilmiş, bıkkın çocuk olmasına rağmen büyüdüğünde insanlara yardım edeceğine dair ant içer. Kitaplar aynı zamanda terapist gibidir, peri masallarındaki gizemli kuşlar gibi ezgiler söyleyendir, insanların iyiye güzele varma çabasında neleri göze aldığını anlatandır. Okuduğu kitaplar arttıkça içindeki sevecen ve onurlu duygular da artar, daha dingin bir kişilik kazanır, kendine güveni de artar, işinde daha başarılı, hayatla daha kolay başa çıkan biri olur. Her kitap onu kabalıktan, hayvansı hallerden insancıllığa yükselten, daha iyi bir yaşamı anlamlandırmada merdiven olandır, içindeki susuzluğu giderendir. Kitapları sadece okumakla kalmaz, aynı zamanda işçilere, uşaklara da anlatır, öykü kişilerini kıyaslar, karakterler arasındaki farkları da vurgular, yaşına göre böylesi derinlikli değerlendirmeler onların da hoşuna gider. İlerleyen yaşında kitaplar için şöyle diyecektir:
“Kitapları seviniz; onlar, yaşamınızı daha çekilir hale sokacak, size dostça hizmet ederek, düşüncelerin, duyguların ve olguların dolaşık ve gürültülü karmaşasında yolunuzu bulmanıza yardım edecek, kendinize ve başkalarına saygı duymayı öğretecek, yüreği ve aklı, dünya ve insanlık sevgisiyle dolduracaktır. İnançlarınıza ters düşse bile, içtenlikle, insan sevgisiyle, iyi niyetle yazılmış her kitap değerlidir. Yararsız bilgi yoktur. Yapılan yanlışlardan, alınan yanlış kararlardan bile mutlaka bir şey öğrenilir. Kitapları seviniz, onlar bilgi kaynağıdır; yalnız, bilgiden yararlanılır, ondan örnek alınır; sizi tinsel bir güce kavuşturacak, içtenlikli, dürüst ve akıllı kişiler yapacak, size insanları sevmeyi, insan emeğine saygı duymayı öğretecek, durmak bilmez direncin eşsiz meyvelerine sıcak bir hayranlık duymanızı sağlayacak olan kitaptır.”
Gorki iyi olan ne varsa tümünü kitaplara borçlu olduğunu söyler. Sanatın insanlardan daha cömert olduğunu gençliğinde anlamıştır. Onun gözünde kitap bir büyü, yazarda bir büyücüdür. Kitaplardan söz ederken heyecanlanır, içi sevinçle dolar, tüm bunların iflah olmaz hastalık derecesinde bir tutku olduğunu söyler, bundan kurtulması olanaksızdır.
Doğayı ve insanı anlama çabası bağlamında Gorki iyi ve güzel olanı değerlendirirken bunların insan tarafından ortaya konulduğunu ya da yazılıp çizildiğini belirtir. İnsanın çevresini saran acımasız doğada güzellik olmadığını söyler, güzellik insan ruhunun derinliklerinde yaratılan şeydir. Bu yüzden Finliler bataklıklara, tek tük cılız bitkiler yetişen paslı topraklara güzel derken Araplar çöllerin kötü olmadığına kendilerini inandırmaktadırlar, yani Gorki’ye göre güzellik insan bilincinin algıladığı kadardır, izafidir, güzelliğe dair kendi bakış açısını şöyle derinleştirir:
“Güzellik, insanın onu gözünün önüne getirme çabasından, güzelliği görme, isteme itiliminden doğmuştur. Testere sırtı gibi inişli çıkışlı dizilmiş yığın yığın dağlara bakmaktan bir şey anlamıyorum; ama insanların o toprakları işlemesi, dağları delip yararlı işler yapması büyük mutluluk veriyor bana. İnsanın doğayı dönüştüren akıl gücü, yılmak bilmezliği, ona egemen olmadaki yetkinliği karşısında hayranlık duyuyorum. Aslında iyice düşünülecek olunursa, çıplak haliyle hiç de elverişli bir yer olmayan bu dünyanın nasıl böyle yaşanılır duruma getirildiğine şaşmamak elde değil. Kanımca insan bunca yiğit, bunca akıllı ve bunca becerili olmasaydı depremler, tayfunlar, tufanlar, dayanılmaz sıcaklıklar ve soğuklar, zehirli böcekler, mikroplar ve daha binlerce doğa olayı yaşantımızı çekilmez kılardı.”
Kitaplardan edindiği, gerçek hayattaki bakış açısını emek eksenli değerlendirdiği estetik kaygılarını böyle açıklayan Gorki uzun okuma süreçlerinden sonra yazma serüvenine geçer. Tırnağıyla kazıyarak ulaştığı üst seviyede iken yazmaya yeni başlayanlara da derinden ilham verecektir. Bu haliyle iyi yazmak için en başta edebiyat tarihinin iyi bilinmesi gerektiğini söyler. Zaten o, ne yapılırsa yapılsın, yapılan işin tarihinin iyi bilinmesi gerektiğini belirtir, bu durumda emeğin özelliği daha iyi kavranacaktır.
Yazınsal yaratıcılık için, doğaldır ki, yerli yabancı ayrımı yapmaz, yazan kişinin yabancı edebiyatı da tanıması gerektiğini söyler. Çünkü yazınsal yaratıcılık özünde her yerde, bütün halklarda aynı özelliklere sahiptir, dolayısıyla böyle bir çaba dış ilişkiler sorunu değildir. Çok daha başka yerlerde ve zamanlarda başka türlü insanların olduğunu bilmek yeni ufuklar açacaktır, bunları derinlemesine bilmek önemlidir. Ona göre insan emeğinin ve yaratıcılığın tarihi insanın tarihinden çok daha ilginçtir ve daha önemlidir. Bunların birikimiyle insan aklı ve iradesi doğa karşısında insanın ikinci doğasını yaratmıştır ki bu da onun kültür dünyasıdır. Bu kültür bağlamında karakterlerin yaratılmasıyla yakından ilgili olan yazınsal yaratıcılık sanatı, düş gücü ve buluş yetisi gerektiren bir faaliyet alanıdır.
Bu, sanatı sanat yapan karakterlerin yaratılması sürecidir, bunun için bir sınıftan birçok kişinin özellikleri bir karakterde toplandığı takdirde karakter yaratıldığını söyler, işte bu sanattır. Bu bağlamda sanatçının zengin yaşam deneyimleri ve gözlemleri onu özel kılacak, bu biriciklik halleri onun öznelliği aşan tavırlar sergilemesini sağlayacaktır.
Gorki, var olma savaşımında insanın iki büyük güç geliştirdiğini, bunların bilgi ve düş gücü olduğunu söyler. Bilgi insanın algılama yetisidir, insanın insan ve doğa ile ilişkilerinde kavrama yeteneği demektir; düş gücü ise imgeler aracılığı ile düşünme biçimidir. Yazınsal yaratıcılık bağlamında oluşturulan karakterler buradan hareketle somutlanandır. Pek çok ünlü roman karakterinin hiçbir zaman yaşamadığını, ama onlara benzer pek çok insanın gelip geçtiğini belirterek bunu örnekler.
Bilgi ve düş gücünü biriktirmenin en iyi yolu olan yazma itkisinin kaynağını sorgularken Gorki, bunun yaşamın yoksulluğundan değil, aksine zenginliğinden, edinilen izlenimlerin çokluğundan ve bunları betimleme isteğinden kaynaklandığını söyler. Kendi yazma serüveninin nedeni ise ezici ve sıkıcı yaşamın doğurduğu baskı ve itilimdir, izlenimlerle öylesine doludur ki yazmaması mümkün değildir, şöyle söyler.
“İzlenimleri, hem doğrudan doğruya yaşamdan, hem de kitaplardan topladım. Bu birincisi, hammaddeyle, ikincisi yarı işlenmiş maddeyle kıyaslanabilir; ya da daha kaba, ama daha açık bir deyişle, ilkinde hayvanla ve daha sonra, o hayvanı kusursuz bir güzellikle saran postuyla ilişki kurdum. Yabancı edebiyata, özellikle Fransız edebiyatına çok şey borçluyum.”
Roman kahramanlarını gerçek yaşamındaki tanıdıklarına benzetir ki, buna örnek en başta acımasız dedesidir. Bu ikisi aynı şekilde konuşur, aynı sözleri söylerler. Gorki ilk başta ilahi kitaplarından dizeler yazmayı öğrenir, o yaşında bu kitapları okumayı çok sever, ancak okumaları dizgeli ya da yoğun değildir, daha çok rastlantılara bağlıdır, bulduğunu okur, bunlar arasında değersiz buldukları da vardır. Bu kitapları yadsımaz, iyiyi, kötüyü, çirkini ayırmada yardımcı olanlardır, kıyaslama yeteneğini geliştirir. Daha sonra en çok Fransız yazarların kitaplarını okur, yazmayı bunlardan öğrendiğini söyler. Bunlardan öyle etkilenmiştir ki, genç yazarlara Fransızca öğrenmelerini, büyük yazarları özgün dillerinden okumalarını önerir. Rus edebiyatının ustalarını daha sonra okuyacaktır.
İlk zamanlarda şiir yazsa, kalemi şiire yatkın olsa da bunların kötü olduğunu düşünerek kendini beceriksiz, yeteneksiz olarak suçlar. Usta ozanları okuduktan sonra bunlara hiç benzemediğini anlar. O sıralar düzyazıyı şiirden daha zor bulur, çünkü özel görüş keskinliği, şeyleri görebilme ve sezme gücü ile kısa ve öz anlatma yeteneği gerektirdiğini düşünür, bu yüzden kararsız kalır. Bazı denemelerinin sonuçlarını acıklı ve saçma bulur, bu noktada Korolenko’nun ilk değerlendirmesi ise yıkıcı olur, bundan iki yıl sonra bir dostunun telkiniyle tekrar yazmaya başlayacak, bundan sonra emin adımlarla ilerleyecektir.
Ali Fuat Karaöz