in ,

HAVA DEĞİŞİMİ

Öykü

"Marshall Yardımı adı altında ülkeye sokulan II. Dünya savaşından kalma otuz kadar cemse bu arazinin üst hattında mevzilenmiş öylece bekletilirdi."

Samandıra Kışlası, bozkır üzerinde genellikle subaylardan oluşan küçük bir askeri birliğin bulunduğu bölgedir. Yukarıda Alemdağ’ın can alıcı yeşili, gürül gürül şelaleleri garnizonun asık yüzüne taptaze bir esinti getirir. Bu yüzden açık arazide talim yapan askerler geldikleri zamandan daha sağlıklı bir görünüme kavuşurlar.

Marshall Yardımı adı altında ülkeye sokulan II. Dünya savaşından kalma otuz kadar cemse bu arazinin üst hattında mevzilenmiş öylece bekletilirdi. Teknikerler bu araçların kullanımını, motorunun nasıl tamir edileceğini askerlere öğretmek için eğitim verirlerdi.

Bin dokuz yüz seksen yılının on bir Eylül sabahında komutan tüm üsteğmenleri topladı. Onlara akşama operasyona gideceklerini yirmi cemse ile hazır olmalarını emretti. Gün batımında subaylar Colt tipi tabancaları, askerler ise piyade tüfeklerini kuşandılar. Az sayıda askerde Amerikan malı alev gizleyen makineli tüfek vardı.

Yüz elli kişilik kafile yola koyuldu. Ordugâh Anadolu yakasındaki Atabay İlaç Fabrikasının arkasında bulunan spor sahasına kuruldu. Ertesi sabah gün doğmadan ordunun Kenan Evren başkanlığında yönetime el koyduğu ilân edildi.

Subaylar askerleri önemli noktalara ve kavşaklara yerleştirdiler. Halk her daim büyük medet umduğu askere o günlerde de içlerini ısıtacak neleri var neleri yoksa sunmaya devam etti. Işıksız gecelerin birinde, Çingenelerin, terk edilmiş bir askeri mıntıkada kamp kurduğu ihbar edilince birlik derhal harekete geçti. Üsteğmenin komutu üzerine askerler zifiri karanlıkta üçer metre arayla kampa doğru ilerlediler.

Kaygan sessizlikte kuvvetli bir ışığın dalgalı parıltısı onları durdurdu. Ateşin etrafında oturuyorlardı. Arkalarında çadırlar vardı. Arada bir yukarı kalkıp titretilen zilli def, askerleri fark etmeleriyle aşağı indirildi. Uğultu kesildi. Aralarından bir erkek elinde fenerle üsteğmenin yanına geldi;

“ Buyurun efendim!”

“Reisinizle görüşmek istiyorum.”

“Baronla yani. Bizim Baronumuz var.”

“Tamam, işte onu gönderir misin?”

“Derhal efendim.”

Ateşin yanında oturan bir adama eğilip bir şeyler söyledi. Başkanları fiziği son derece düzgün, ince ve genç sayılabilecek biriydi. Okumuşluğu var gibi düzgün bir Türkçe ile karşılık veriyordu.

“Anlıyorum efendim. Demek sıkıyönetim icabı buradan ayrılmamız gerekiyor. Ee ne yapalım? Çayımızı için bari. Biz sabah erkenden toparlanır gideriz.”

“Anlayışınız için teşekkür ederim.” Dedi üsteğmen. Kendisi ve çavuş birer çay içip kalktılar. Belirli bir noktaya gelene kadar geri geri gittiler. Sonra da cemselere binip ordugâha geri döndüler. Sabah erken saatlerde denetlemek için aynı yere gittiklerinde akşamki ateşin külleri bile yoktu kamp yerlerinde. Hiç gelmemişlerdi sanki oraya.

Birliğe döndüklerinde Polonezköy sırtlarında gerçekleştirilecek bir baskına takviye amacıyla sevk edildiler. Karadeniz tarafından gelen içi silah dolu bir TIR’ın durdurulması için bir noktada araçlardan indiler. Kestirme yolları kullanarak ormanın kuytularında siper alıp beklemeye başladılar. İlk harekâtı komando birliği yapacaktı.

Etrafta ışığı yanan birkaç ahşap evin dışında hiçbir şey yoktu. Gerilim dolu sessiz bekleyiş ağır tonajlı aracın homurtusu ile sona erdi. Kot pantolonlu, deri montlu araçtan indiler. Hemen o saniyelerde yeşil bir Land Rover hızla gelip tam önlerinde durdu. Kapılar açılıp kapandı. Altı kişi diğerleriyle el sıkıştı. Hararetle konuşmaya başladılar. Harekete geçmek için henüz işaret gelmemişti. Ancak nereden geldiği belli olmayan bir hışırtı adamları tedirgin etmeye yetti. Ellerinde silahlar sağa sola bakınmaya, bağırmaya başladılar. Tam arabalarına binmek üzere harekete geçtikleri sırada çapraz ateş başladı.

Göz gözü görmüyor mermi sesleri geceyi yırtıyordu. Çevredeki evlerin ışıkları peş peşe kapandı. Siperden çıkan komandolarla kaçakçılar arasındaki çatışma sürerken üsteğmenin yanındaki asker yere düşüp yığıldı. Üsteğmen onu kenara çekip yokladı. Sadece bayılmıştı. Çevresindekilere;

“Bir şey yok! O iyi!” dedi. Öte yandan bir askerin gözlerini üzerine dikmiş dehşet içinde kendisine baktığını görünce;

“Hadi ama, bir şey yok dedim ya hadi herkes yerine!” diye azarladı.

Asker;

“Komutanım! Komutanım!” diye bağırdı.

“Ne var?” dedi sinirle…

“Kolunuz komutanım! Kolunuz kanıyor! Yaralanmışsınız!”

Üsteğmenin hissettiği yalnızca bir sıcaklıktı. Eliyle dokundu. Kanı gördü ve o an binlerce arı başına üşüştü. Sonrasını hatırlamıyordu. Hastanedeki günlerinde kolunu her hareket ettirdiğinde sancı dayanılmaz oluyordu belki ama yaşıyordu. Önemli olan buydu. Taburcu olur olmaz memlekete ailesinin yanına gitti. Böylesi uygun görülmüştü. Hava değişimi nedeniyle birçok subay, komutan, daha üst rütbedeki kişiler de bir yerlere gönderildiler. Bazıları için bu değişim bir daha dönmemek üzere oldu.

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

„Mittelständischer Innovationsgeist ist Wachstumsmotor“

Auf der anderen Seite