Aynı kentte olup da bir araya gelemediğimiz dostluklarımız vardı. Ancak, tekrar hatırlanmasına ben bayram derim… “
Babam, sizden sonra bu sözcüğü benim içinde en iyi kullanan büyük kızım Alev ‘ i siz hep “ Alav “ olarak çağırırdınız bunu çok iyi hatırlamanız lazım. Ve bu sebepten dolayı bende size büyük kızım Alev ‘ in bana hitap ettiği sekliyle size sesleneceğim. Evet, babam… Bilgisayarın klavyesindeki harflerin tuşlarına tek – tek basarak size çok uzun bir aradan sonra bu mektubu yazıyorum. Yıllar- yıllar önce ilkokul ve ortaokul sıralarından bu yana en az kırk dokuz senelik bir metafizik zaman dilimi geçmiş size mektup yazmayalı. Yani topu – topu size sekiz yıl boyunca mektup yazabildim. Size daha önce böyle uzun soluklu bir mektup yazdım mı onu da bilmiyorum. Henüz Varto ‘ nun başka köyüne taşınmamıştık, baba dede toprağı olan kendi köyümüz Acarkent ‘ de oturuyorduk. Varto depremi henüz yaşanmamıştı, o zamanlar beni kasabaya ilkokula birkaç kez omuzlarında götürüp getirdiğin olmuştu, ben size durmadan yolda gördüğüm nesnelerin ismini ana dilde sorardım “ Bawo nameyê nê vaşîyo û nê nebatatî çik o? – Baba bu otun ve bu bitkinin ismi nedir? “ ve siz hiç üşenmeden sorduğum sorulara defalarca tek – tek cevap verirdiniz. Şimdiki aklımla size ne kadar bezginlik verdiğimi yeni – yeni anlıyorum. Evet, biliyorum babaların yüreği çok yufka olur, sözü şimdi tam da oturuyor yerine, insan çoluk – çocuğa karışınca değerini daha iyi anlıyor. Sizler buradan gideli uzun zaman oldu, onun için artık her mektuba başlarken klişeleşmiş “ Satırlarıma başlarken sizleri çok – çok öpüyorum, konu komsuya herkese selamlar, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim, “ le başlayan ve devam eden… Bu sene tek ineğimiz olan ayakları bilezik hal – hali alacalı “ Kumaş “ bu sene buzağıladı mı, köpeğimiz “ Şepal “ bu kış kurt sürülerine yem olmadan bahara girebildi mi? Köyümüzün en yaşlı şahsiyeti Ap Mehmed ‘ e Bawa Veli ‘ nin sağlık durumu nasıl umarım iyidir… Cümlelerine çokta girmeden yaşadığım günbatımlarını ve size içsel dünyamın kapılarına ilk kez açacağım. İstiyorum ki şimdi günümüzde geçen ve bizleri kuşatan taş kesilmiş şimdiyi anlatan bir mektup yazmak. Kim bilir belki de size yazacağım bu son mektup olabilir. Ama eğer ömrüm yeterse siz ve anneme mektup yazmaya devam edeceğim. İstiyorum ki, anlatımlarda şöyle düz bir çizgide gelişen olayların gidişatını yuvarlak bir daire içinde değiştirmeyi planlıyorum. Eğer elimden gelirse birazda tuz biber niyetine şiirsel betimlemede yapmak istiyorum. Bilirsiniz, o yıllarda PTT ‘ nin bugünkü gibi evden eve hizmeti yoktu. Mektubun sol üst köşesinde gönderenin açık adresi sol alt köşede ise sayın ‘ la başlayan alıcı adresi yer alırdı. Ve naçizane benimde sekiz sene boyunca mektup gönderdiğim değişmez adresimiz olan, Varto merkezde tuhafiye ve manifaturacılık yapan aile dostumuz Necip Aydınoğlu eliyle postalanan mektuplarımın güzergâhının hiç değişmemesiydi. Babam dediğim üzere, tuz biber yani garnitür niyetine şiirsel bir betimlemeyle mektup – nameye devam ediyorum. Babam ne var ki her şey kusursuz bir şekilde işliyor, “ Güneşin bulaştığı tüm canlı ve cansız varlıkların gölgeleri hep toprağa düşer. Toprağın azizliği ondandır ki her şeyi bağrına statüsüz, menfaatsiz basar. Hayatını canlı kokan toprağa veren babama mektup, dün sizinle son bir kez olsun, bir baba oğul gibi karşılıklı oturup birkaç kelam etmediğimi hatırlayınca kendimi bir hüzün duvarıyla kuşatılmış hissediyorum. Bugün günlerde şimdiki an: Çarşamba Haziran ayının ilk başlangıç günleri, yine sıkıntı veren bir oyuncak gibi bir köşeye atılmış birkaç çocuk ve sokakta oyun oynayan başka çocukların seslerini duyuyorum. Haftanın üç veya dört günü yalnız başıma ölü toprak kokan dört duvar dediğimiz hanenin içindeyim. Babam siz ve annem uzun bir yolculuğa çıktığınız günden beri ev hallerinin duygu ve ağız tatları tümden değişti. Bu bilişim çağına ayak uyduran değişim ve iyiliği vicdanı önemsemeyen kimi ileri adımlar, iyiye güzele değil de, insanın açık yarasını güneşte görmeyen bir sıkıntı duvarıyla örenlerin çok yakın çevremizde dost dediğimiz insanlarla kuşatılmış olmasıydı. Bu değişimin içine kan bağı olanları da biz zati ben dâhil etmek istiyorum. Modern tarzda döşenmiş günlük yaşam alışkanlıklarımızda olsa, sıkıntı insanın rahatını kaçırır, bu durum fiziksel bir acıya dönüşebilir bugün için. Babam: Yıl 1978 yine Haziran ayının ilk başlangıç günleri yaz dönemi tatiline günler kala, öğleden sonra Varto ilçe merkezinde birlikte yürüyoruz, belki de hayatımın bütün tadı bu. Varto ‘ nun tek salonu olan sinema salonunda Mahzuni Şerif ‘ in konseri vardı, size konsere gitmek istediğimi söyledim, siz gayet anlaşılır bir üslupla koşullarımızın uygun olmadığını bana izah ettiniz, bende evet anladığımı gözlerimle onayladım. O an sizin mutsuzluğunuzu paylaşmıştım, ikimiz de çok mutlu olmuştuk. Ve birlikte el ele yürüyerek o alandan uzaklaştık. Nedense bugünlerde benim yaşadığım hüzün hepsinden eski. Kapının önünde oturup öylece körfezi ve kulaklarımı manzaranın renkleriyle ve müziğiyle sarhoş ediyorum, hepsi bu. Şu an, edebiyat ve sanatı bırakacak olsam, inanın ki nefes alacak bir halim kalmaz. Birileri okumasa da elbet yaşamın devinimselliği içinde edebiyat sanat adına atanlar hep olacaktır. Aşağı yukarı benim günlerim böyle geçiyor. Tek kanatlı pencereden uzaktaki çam ormanlarını da gözümle seyretmekte güzel, içimdeki sıkıntıyı biraz olsun hafifletiyor. Evet, yaşama dört elle sarılmak için insanın içindeki yaşam sevincinin dışında başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Siz çok uzaklara gittiğinizden beri, bırakın komşu komşunun külüne muhtaç olma ironisini anlayan kimselerinde buralarda kalmadı hepsi göç edip gittiler bir yerlere. Bu cümleleri saçma sapan cümleler olarak görenlerin çevremizi kuşatan soğuk duvarların birer kusurlu çok katlı yapılarıydılar. Babam siz ve annem canlı kokan bir toprakta yapraklar nasıl yeşerirse, ot ve yabani papatyalar üzerinizde öyle yeşeriyor, hepsi bu… Biliyorum, sizler derin bir uykuya yatmışsınız, şimdiye kadar bu uykudan yani ölümden uyanana rastlanmadı. Siz ebedi istiratgahınız da rahat – rahat uyuyun. Bugün bizler ölü toprak kokan hanelerde eskiyi düşlerken, bu ruh halimle bu satırları size yazıyorum. Parasız – pulsuz bir sözcük olan merhaba sözcüğünü arar olduk. “ Babam: Eğer kitap okumalarına ara verirsem, belki bende o isimsiz kalabalıkta eriyecektim… “ Bilirsiniz, “ Okunan her kitap, okura bir cümlenin ütopya alanı kadar bir pencere açabilir. “ Bende bu pencerede, sesin ve düşün hafif bir soluğunda dinleniyorum. Herkesin gölgesi kendi karanlığıdır. İnsan güneşte kendi gölgesiyle yürür, tıpkı kendi iyi ve kötü yönleriyle birlikte olduğu gibi el ele yürür. Babam: sevinç insanın içsel dünyasıyla birlikte yükselir veya alçalır. Pencerenin kenarına oturmuş, var olan evrensel bütünsüz parçaların hayatını seyrediyorum. İnsanı dışarıya davet eden baharın tazeliği, serin bir rüzgârın camın çok renkli perdesinin üzerinde gezinmesi insana keyif veriyor.
“ Sokakta yürüyen genç bir kız, baharı göğsünün üzerine nakış – nakış işlemiş. Entarisinde, değişmeyen bilindik renkleriyle bahar çiçek açmış… İşte o an kendimi yaşama teslim edebilirim “
Baba: Bugün size bu mektubu duygusal bir ihtiyaçtan ötürü, sizinle ne zaman karşılıklı oturup konuşamadığımı hatırladım onun için yazıyorum. Hayatını toprağa veren babama mektup – name: Her ne kadar ölü topraktan mühendislik harikası “ Bulut Orman Evleri “ – “ Botanik Bahçe “ yaratan şahsiyetler kadar cazibeli bir başlık olmasa da yine de idare eder. Çünkü benim annem ve babam canlı toprakta, hem bana çok yakın hem de bir yürüyüş mesafesindesiniz. Bir anlamıyla da kendimi doğduğum topraklardaymışım gibi görüyorum. Çünkü biliyorum sizler bana çok yakınsınız. Şuna inanıyorum, sizler canlı toprak kokan bir mekânı birlikte paylaştığınız için de kendimi mutlu hissediyorum. Gözlerimle sizleri görebiliyorum, bazen de hüznünüz gözlerimden aniden boşalıyor. Babam: İnsan sevmeyi unuttuğu yerde her şeyi çorak görürmüş. Dolayısıyla biz insanlar da sevmeyi unuttuğumuz, bu ölü toprak kokan kentlerde, her şeyi beton yığını olarak görüyoruz. Bu mektubu ne zaman postaya vereceğimi şimdilik bilmiyorum. Eğer biri bu mektubun içini açık size okursa, bugünkü kentlerin – kasabaların ve insanların ne halde olduğunu ilk ağızdan benden öğrenmenizi istedim. Dedim ya! İnsan sevmeyi unutamadığı yerlerde de her şeyi yemyeşil görür cümlesi tamda bizim vaziyetimizi anlatıyor. Babam: Ölü şiir edebi anlamda oluyorsa neden, gerçek yaşamda kentin çevresini bir ahtapot gibi saran ölü toprak kokan bu ucube yapılar deyimi günlük yaşamımızın içine neden girmesin! Şunu anlamakta hep oldum olası zorluk çekmişim. Her nedense şehrin çevresini kuşatan devasa yapıların adı doğayı talan eden, ama doğaya çağrışım yapan isimlerle isimlendirmeleri ise işin bir garip boyutuydu. Yok, “ Babil ‘ in Asma Bahçeleri – Mavi Su Evleri “ buna benzer adlandırmalar cazibeli harf puntolarıyla yukarılara dikilen tabelalarla afişe edilir, herkesin görebileceği bir noktada açıktan pişkin bir şekilde reklamını görürüz.
Babam: Bilin istedim, insan orta yaşlarda anne ve babasının yaşadıklarını yaşıyor, özellikle büyük kentlerde. Bugün daha çok size içimi dökmek için bu mektup – nameyi yazdım. Yürek burukluğunda yol aldım, eski ve yeni arkadaşlarımı anımsadıkça bir – bir toprağa düşenlerde oldu. Park ihtiyari sırları orta yere saçılmış hatıralarla eski bir hatıra defterine saplanıp kalanlarda oldu, ihtiyari adımlarla yürürken…
“ Ömrünün son günbatımını, doğduğu topraklarda güneşle birlikte, ruhunun pencerelerini de açmayı kim istemez ki… “
Ali Şeker